"Ondan ayrıldığım akşam hayatımın en büyük
kumarını oynadığımı henüz bilmiyordum." cümlesiyle başlayan bir yazı yaz.
Mario bey her ne kadar "kendi hayatından yola çık" dese de, ben kurgu karakter yaratmaya devam ediyorum. Öyküye oturtmadan önce yarattığım karakter için, yazıya yansısa da yansımasa da, detaylı bir özgeçmiş hazırlıyorum, giyiminden sevdiği yemeklere, müzik zevkinden arkadaş seçimine kadar tüm detayları düşünüyorum. Yazarken ise o kişinin yerine kendimi koyup, onun gibi düşünmeye çalışıyorum. "Başkasının ayakkabılarını giymek" çok hoşuma gidiyor :) Şimdilik kolaya kaçıp benim çevreme yakın kişiler seçiyorum. Bu hikayedeki kişi de ben değilim. Üniversiteyi İstanbul'da okudum ve henüz San Fransisco'yu görmeye fırsatım olmadı.
Yol kavşağı
Ondan ayrıldığım akşam hayatımın en büyük kumarını oynadığımı henüz bilmiyordum. Yaşamımda bazı şeylerin geriye dönülemez bir şekilde ve sonsuza kadar değişeceğini ise henüz kavrayamamıştım. Zaten üzerinde fazla düşünmeden, sonuçlarını tartmaya ihtiyaç bile duymadan aldığım bir karardı bu. Sanki olması gereken, hayatımda yaşanması gereken bir sonraki doğal adım buymuş gibi hareket etmiştim, umursamazca. Aldığım bu kararın hayatımın her noktasını derinden etkilediğini görebilmem için, zamanın geçmesi gerekiyormuş meğer. Uzun ve sıkıntı dolu bir zamanın.
Gençlikteki gözü peklik, dik başlılık ve her şeyi yapabilmeye hakkım ve becerim olduğuna dair sarsılmaz inancım, kararlarımı tartmadan almama, bazı olayları bir işaret gibi algılayıp peşinden sürüklenmeme yol açıyordu. Bu nedenle Amerika’da üniversiteye kabulümü neşeyle karşılamış, bir tatile gidiyormuşçasına heyecanla hazırlıklara başlamıştım. Hava sıcaklığı nasıldı, kampüste çimenlik geniş alanlar var mıydı, spor olanakları iyi miydi, uçağın izin verdiği iki valiz yeter miydi, annem de benimle gelip taşınmama yardım ederse bu iki valiz daha demekti gibi detaylarla ilgilenirken asıl konudan uzaklaşmış, geleceğimin bu önemli kararını basite indirgemiştim. Şimdi görüyorum ki o zaman pek önemsemediğim ancak aslında çok önemli olan bu kararları düşünmeden vermiş, ileriye doğru hızla yol almaya başlamıştım bile.
İstanbul’daki kurulu düzenimin değişeceği fikri bana heyecan veriyordu o zaman ve sadece yeni çevre, tek başına eve geçme gibi kısıtlı alanlarda değişiklikler olacağını öngörebiliyordum. Oysa arkamda ailemi bırakıyordum. Arkadaşlarımdan uzaklaşacaktım. Sevgilimden ayrılacaktım, her ne kadar bu adı yakıştıramasak bile.
Yurtdışında yaşamak fikri hoşuma gidiyordu. Ancak bu sürenin uzun bir tatil gibi gördüğüm dört sene kadar mı yoksa bir ömür boyu mu süreceğini düşünme zahmetine bile katlanmamıştım. İdealist de değildim üstelik. Büyüyünce doktor olacağım veya avukat olacağım diye bir iddiam hiç olmamıştı. Seçimim o dönemde moda olan ve herkesin tercih ettiği, bu nedenle en yüksek puanlı fakülteler arasına giren işletme olmuştu kendiliğinden.
İki yıldır birlikte olduğum sevgilimle de Amerika’ya gitmemle ilgili fazla bir şey konuşmamıştım. Liseden mezun olup hemen nişan veya düğün isteyen, başını bağlamak için acelesi olan bir kız değildim. Önümde upuzun bir hayat beni bekliyordu. Ancak ben daha hayattan ne beklediğimi bile bilmiyordum.
Amerika’ya gitme tarihim yaklaştıkça arkadaşlarımla daha sık buluşmaya başladım. Partiler, yemekler veriyorlardı benim için. Ailemle de daha sık görüşür olmuştum. Bense bir yerden bir yere sürüklenirken gereken evraklar ve eşyalar arasında koşturup hayatımın bu belki de en keskin kavşağına son sürat yaklaşıyordum.
Son gece kalabalık bir aile yemeği hazırlandı anneannemin evinde. Hep beraber yedik, içtik, sarıldık, ağlaştık. Hepimiz bir ağızdan yılbaşı zamanı yani ilk tatilde bir şekilde bir araya geleceğimizi, bu birkaç ayın su gibi akıp gideceğini tekrarladık birbirimize. O zaman kimse ne yolun uzunluğunu hatırlatıyor ne de masrafından söz ediyordu. Hep beraber gidilecek bir seyahat gibi planlar yapıyorduk, birçoğunun imkânsızlığını bile bile belki de. Heyecanım ve mutluluğum herkese yansımıştı adeta. Beni kararımdan emin gören ailem yüzde yüz desteklerini göstermek için yarışıyorlardı adeta.
Ertesi sabah çok erken uçağım olduğu için biraz erken ayrıldım yanlarından. Aslında uyuyamayacağımdan ve pijamalarımızı giyip sabaha kadar kardeşimle sohbet edeceğimizden emindim. Ancak eve dönmeden önce görüşmem gereken bir kişi daha vardı, Selim. Beni anneannemin evinden aldı. Yukarı çıkmak istemedi bu sefer. “Aşağıya in arabayla bir tur atarız” dedi sadece. Arabasına doğru yürürken üzgün olduğunu görebiliyordum. Başı öne eğik bekliyordu öylece. Binadan çıkıp ona doğru yaklaşırken beni gördü ve gülümsedi. Eksik bir gülümsemeydi. Arabaya bindiğimde sarıldı bana ve yanağımdan sıkıca öptü. Hiçbir şey demeden. Ellerimiz birbirine kenetlenmiş bir şekilde arabayla boğazda dolaştık sessizce. Ne düşünüyordu, neler söylemek istiyordu bilmiyorum. Cevap veremeyeceğim bir soruyu sormasından korkarak bozmadım o büyülü geceyi sözlerimle. Evimin kapısına yanaştığında saat gece yarısını biraz geçmişti. “Hep mutlu ol” dedi arabadan inerken. Sanki biliyordu, o zamandan hissetmişti tüm iyi niyetli çabalamalarımıza rağmen uzun mesafeli ilişkinin yürüyemeyeceğini.
Önce telefon konuşmaları azaldı. Daha az arıyordum onu. Saat farkı sesini bile duyamadan bir günün daha kaybettiriyordu. Yeni bir kültüre, yeni bir okula, yeni bir çevreye ayak uydurmaya çalışıyordum. Anlatacak tonla ilginç hikayem vardı. Ailemin, Selim’in anlattıklarını ise yarım kulakla dinliyordum. Bildiğim kişiler, bildiğim yerleri tekrarlıyorlardı.
Hoşnuttum hayatımdan. Eski hayatım ise beni bıraktığım gibi bekliyor sanıyordum. Sanki sadece San Fransisco’da saatler akıyor, İstanbul’da ise bir heykel misali sabit duruyordu.
İlk büyük üzüntümü dedemin cenazesine gidemediğim zaman yaşadım. “Yetişemezsin gelme boşuna,” dediler. Haklıydılar. Ama ben son görevimi yapamamamın ezikliğini taşıyorum hala. Sonra Selim’in başkasıyla çıkmaya başladığını duydum. O da haklıydı. Çok az konuşuyorduk. İki senedir neredeyse hiç görüşmemiştik. O dönemde ben de biriyle tanıştım, son sınıftaydı. Hoşlandık birbirimizden. Çok güzel bir sene geçirdik beraber. Sonra ülkesine dönmesiyle çok yalnız hissetmeye başladım kendimi.
Uzun bir aradan sonra tatil için İstanbul’a döndüğümde ise araya giren zaman ve mesafenin birçok şeyi yok etmese de azalttığını farkettim. Beni arayıp gerçekten buluşmak isteyen arkadaşlarımın sayısı azalmıştı. Aynı dünyaya ait de değildik artık sanki. Kimi üniversitede okuyor, kimi çalışıyor, kimi nişanlanmış. Hepsinin yaşam görüşü farklı, idealleri farklı. Ancak hepsi söz birliği etmişçesine Selim’in konusunu bile açmama izin vermiyorlardı. Kardeşimden öğrendim. İyi bir şirkette çalışıyor ve aynı kızla uzun süredir berabermiş. “Sevindim onun için,” dedim üzüntümü saklamaya çalışarak.
Okulu bitirdiğimde ne olmak istediğime hala karar verememiştim. Bir işe girmem gerekiyordu sadece. En iddialı şirketlere başvurdum. İyi bir özgeçmişim vardı, bir tanesinden kabul geldi. Mutlu olamadım. Üniversiteyi beraber okuduğum arkadaşlarımın büyük bir çoğunluğu yabancıydı. Teker teker ülkelerine dönmeye başladıklarında ikinci kez kendimi çok yalnız ve koca bir şehirde küçücük hissettim.
Ailem İstanbul’a dönüş kararımı sevinçle karşıladı. Artık eskisi gibi hep beraber olabilecektik. Artık gittikçe yabancılaşan doğduğum şehirde, her şeye sil baştan yeniden başlıyordum. Dayımın şirketinde satış bölümünde işe başladım. Para kazanıyordum ama kendi başıma eve geçebilecek kadar önemli bir miktar değildi. Bir avuç arkadaşımla gezip ayrı kaldığımız sekiz senenin acısını çıkarmaya başladık.
Bir gün Nişantaşı’nda bir cafe’de masa sırası beklerken biri arkamdan yaklaştı ve kulağıma eğilip, “arabayla bir tur atmak ister misin?” diye sordu.
Sesi tanıyordum, gülümseyerek ona doğru döndüm.
Mario bey her ne kadar "kendi hayatından yola çık" dese de, ben kurgu karakter yaratmaya devam ediyorum. Öyküye oturtmadan önce yarattığım karakter için, yazıya yansısa da yansımasa da, detaylı bir özgeçmiş hazırlıyorum, giyiminden sevdiği yemeklere, müzik zevkinden arkadaş seçimine kadar tüm detayları düşünüyorum. Yazarken ise o kişinin yerine kendimi koyup, onun gibi düşünmeye çalışıyorum. "Başkasının ayakkabılarını giymek" çok hoşuma gidiyor :) Şimdilik kolaya kaçıp benim çevreme yakın kişiler seçiyorum. Bu hikayedeki kişi de ben değilim. Üniversiteyi İstanbul'da okudum ve henüz San Fransisco'yu görmeye fırsatım olmadı.
Yol kavşağı
Ondan ayrıldığım akşam hayatımın en büyük kumarını oynadığımı henüz bilmiyordum. Yaşamımda bazı şeylerin geriye dönülemez bir şekilde ve sonsuza kadar değişeceğini ise henüz kavrayamamıştım. Zaten üzerinde fazla düşünmeden, sonuçlarını tartmaya ihtiyaç bile duymadan aldığım bir karardı bu. Sanki olması gereken, hayatımda yaşanması gereken bir sonraki doğal adım buymuş gibi hareket etmiştim, umursamazca. Aldığım bu kararın hayatımın her noktasını derinden etkilediğini görebilmem için, zamanın geçmesi gerekiyormuş meğer. Uzun ve sıkıntı dolu bir zamanın.
Gençlikteki gözü peklik, dik başlılık ve her şeyi yapabilmeye hakkım ve becerim olduğuna dair sarsılmaz inancım, kararlarımı tartmadan almama, bazı olayları bir işaret gibi algılayıp peşinden sürüklenmeme yol açıyordu. Bu nedenle Amerika’da üniversiteye kabulümü neşeyle karşılamış, bir tatile gidiyormuşçasına heyecanla hazırlıklara başlamıştım. Hava sıcaklığı nasıldı, kampüste çimenlik geniş alanlar var mıydı, spor olanakları iyi miydi, uçağın izin verdiği iki valiz yeter miydi, annem de benimle gelip taşınmama yardım ederse bu iki valiz daha demekti gibi detaylarla ilgilenirken asıl konudan uzaklaşmış, geleceğimin bu önemli kararını basite indirgemiştim. Şimdi görüyorum ki o zaman pek önemsemediğim ancak aslında çok önemli olan bu kararları düşünmeden vermiş, ileriye doğru hızla yol almaya başlamıştım bile.
İstanbul’daki kurulu düzenimin değişeceği fikri bana heyecan veriyordu o zaman ve sadece yeni çevre, tek başına eve geçme gibi kısıtlı alanlarda değişiklikler olacağını öngörebiliyordum. Oysa arkamda ailemi bırakıyordum. Arkadaşlarımdan uzaklaşacaktım. Sevgilimden ayrılacaktım, her ne kadar bu adı yakıştıramasak bile.
Yurtdışında yaşamak fikri hoşuma gidiyordu. Ancak bu sürenin uzun bir tatil gibi gördüğüm dört sene kadar mı yoksa bir ömür boyu mu süreceğini düşünme zahmetine bile katlanmamıştım. İdealist de değildim üstelik. Büyüyünce doktor olacağım veya avukat olacağım diye bir iddiam hiç olmamıştı. Seçimim o dönemde moda olan ve herkesin tercih ettiği, bu nedenle en yüksek puanlı fakülteler arasına giren işletme olmuştu kendiliğinden.
İki yıldır birlikte olduğum sevgilimle de Amerika’ya gitmemle ilgili fazla bir şey konuşmamıştım. Liseden mezun olup hemen nişan veya düğün isteyen, başını bağlamak için acelesi olan bir kız değildim. Önümde upuzun bir hayat beni bekliyordu. Ancak ben daha hayattan ne beklediğimi bile bilmiyordum.
Amerika’ya gitme tarihim yaklaştıkça arkadaşlarımla daha sık buluşmaya başladım. Partiler, yemekler veriyorlardı benim için. Ailemle de daha sık görüşür olmuştum. Bense bir yerden bir yere sürüklenirken gereken evraklar ve eşyalar arasında koşturup hayatımın bu belki de en keskin kavşağına son sürat yaklaşıyordum.
Son gece kalabalık bir aile yemeği hazırlandı anneannemin evinde. Hep beraber yedik, içtik, sarıldık, ağlaştık. Hepimiz bir ağızdan yılbaşı zamanı yani ilk tatilde bir şekilde bir araya geleceğimizi, bu birkaç ayın su gibi akıp gideceğini tekrarladık birbirimize. O zaman kimse ne yolun uzunluğunu hatırlatıyor ne de masrafından söz ediyordu. Hep beraber gidilecek bir seyahat gibi planlar yapıyorduk, birçoğunun imkânsızlığını bile bile belki de. Heyecanım ve mutluluğum herkese yansımıştı adeta. Beni kararımdan emin gören ailem yüzde yüz desteklerini göstermek için yarışıyorlardı adeta.
Ertesi sabah çok erken uçağım olduğu için biraz erken ayrıldım yanlarından. Aslında uyuyamayacağımdan ve pijamalarımızı giyip sabaha kadar kardeşimle sohbet edeceğimizden emindim. Ancak eve dönmeden önce görüşmem gereken bir kişi daha vardı, Selim. Beni anneannemin evinden aldı. Yukarı çıkmak istemedi bu sefer. “Aşağıya in arabayla bir tur atarız” dedi sadece. Arabasına doğru yürürken üzgün olduğunu görebiliyordum. Başı öne eğik bekliyordu öylece. Binadan çıkıp ona doğru yaklaşırken beni gördü ve gülümsedi. Eksik bir gülümsemeydi. Arabaya bindiğimde sarıldı bana ve yanağımdan sıkıca öptü. Hiçbir şey demeden. Ellerimiz birbirine kenetlenmiş bir şekilde arabayla boğazda dolaştık sessizce. Ne düşünüyordu, neler söylemek istiyordu bilmiyorum. Cevap veremeyeceğim bir soruyu sormasından korkarak bozmadım o büyülü geceyi sözlerimle. Evimin kapısına yanaştığında saat gece yarısını biraz geçmişti. “Hep mutlu ol” dedi arabadan inerken. Sanki biliyordu, o zamandan hissetmişti tüm iyi niyetli çabalamalarımıza rağmen uzun mesafeli ilişkinin yürüyemeyeceğini.
Önce telefon konuşmaları azaldı. Daha az arıyordum onu. Saat farkı sesini bile duyamadan bir günün daha kaybettiriyordu. Yeni bir kültüre, yeni bir okula, yeni bir çevreye ayak uydurmaya çalışıyordum. Anlatacak tonla ilginç hikayem vardı. Ailemin, Selim’in anlattıklarını ise yarım kulakla dinliyordum. Bildiğim kişiler, bildiğim yerleri tekrarlıyorlardı.
Hoşnuttum hayatımdan. Eski hayatım ise beni bıraktığım gibi bekliyor sanıyordum. Sanki sadece San Fransisco’da saatler akıyor, İstanbul’da ise bir heykel misali sabit duruyordu.
İlk büyük üzüntümü dedemin cenazesine gidemediğim zaman yaşadım. “Yetişemezsin gelme boşuna,” dediler. Haklıydılar. Ama ben son görevimi yapamamamın ezikliğini taşıyorum hala. Sonra Selim’in başkasıyla çıkmaya başladığını duydum. O da haklıydı. Çok az konuşuyorduk. İki senedir neredeyse hiç görüşmemiştik. O dönemde ben de biriyle tanıştım, son sınıftaydı. Hoşlandık birbirimizden. Çok güzel bir sene geçirdik beraber. Sonra ülkesine dönmesiyle çok yalnız hissetmeye başladım kendimi.
Uzun bir aradan sonra tatil için İstanbul’a döndüğümde ise araya giren zaman ve mesafenin birçok şeyi yok etmese de azalttığını farkettim. Beni arayıp gerçekten buluşmak isteyen arkadaşlarımın sayısı azalmıştı. Aynı dünyaya ait de değildik artık sanki. Kimi üniversitede okuyor, kimi çalışıyor, kimi nişanlanmış. Hepsinin yaşam görüşü farklı, idealleri farklı. Ancak hepsi söz birliği etmişçesine Selim’in konusunu bile açmama izin vermiyorlardı. Kardeşimden öğrendim. İyi bir şirkette çalışıyor ve aynı kızla uzun süredir berabermiş. “Sevindim onun için,” dedim üzüntümü saklamaya çalışarak.
Okulu bitirdiğimde ne olmak istediğime hala karar verememiştim. Bir işe girmem gerekiyordu sadece. En iddialı şirketlere başvurdum. İyi bir özgeçmişim vardı, bir tanesinden kabul geldi. Mutlu olamadım. Üniversiteyi beraber okuduğum arkadaşlarımın büyük bir çoğunluğu yabancıydı. Teker teker ülkelerine dönmeye başladıklarında ikinci kez kendimi çok yalnız ve koca bir şehirde küçücük hissettim.
Ailem İstanbul’a dönüş kararımı sevinçle karşıladı. Artık eskisi gibi hep beraber olabilecektik. Artık gittikçe yabancılaşan doğduğum şehirde, her şeye sil baştan yeniden başlıyordum. Dayımın şirketinde satış bölümünde işe başladım. Para kazanıyordum ama kendi başıma eve geçebilecek kadar önemli bir miktar değildi. Bir avuç arkadaşımla gezip ayrı kaldığımız sekiz senenin acısını çıkarmaya başladık.
Bir gün Nişantaşı’nda bir cafe’de masa sırası beklerken biri arkamdan yaklaştı ve kulağıma eğilip, “arabayla bir tur atmak ister misin?” diye sordu.
Sesi tanıyordum, gülümseyerek ona doğru döndüm.
Yorumlar