Mario Levi’nin son çıkardığı kitabı ‘Size Pandispanya Yaptım’ın yeri çok özel benim için. İlk defa bir kitabın bir düşünceden doğmasını, zamanla olgunlaşmasını ve yazım aşamasına geçmesini izledim. Dublin’de bir otel odasında ilk cümlelerin yazılmasından, yazdıkça hikâyeden romana dönüşmesine ve daha sonra son noktanın konulmasına tanıklık ettim. Baskı zamanı geldiğindeyse ilk bölümünü yazarın kendi okumasıyla dinleme şansına sahip olanlardan biri oldum. Mario Levi için sanat danışmanım derim hep. Son dört yıldır hep onun tavsiye ettiği roman ve yazarları okuyorum, onunla fikir alışverişinde bulunuyorum. Bu söyleşiyi de bizim sohbetlerimizden biri olarak görün ve hadi aramıza katılın siz de…
‘Size Pandispanya Yaptım’ farklı bir Mario Levi kitabı. Bir kere az sayfalı
ve kısa cümleli. Bu bakımdan sıra dışı. Hele ekşisözlük’teki sözü bildikten
sonra…
Evet, çok komik o, hala gülerim aklıma geldikçe. Şöyle
diyor “Ben onun bir cümlesini okumayı bitirene kadar babam gazetedeki bulmacayı
çözer, annem de fırına sürmüş olduğu tepsiyi pişirmiş olur.”
Sefarad yemekleriyle ilgili bir roman yazma fikri nasıl doğdu?
Yaklaşık 10-12 yıl önce, “yemek yapmayı seviyorsun,
yazmayı da seviyorsun, bunları da hayatının önemli etkinlikleri arasında
görüyorsun, neden bunları birleştirmiyorsun?” diye düşündüm. Sefarad kültürünü
ayakta tutan iki çok önemli kültürel unsur var. Biri dil yani Ladino, öbürü de
yemekler. Ladino kaybolmak üzere ama evlerde bu yemekler pişmeye devam ediyor. Genç
kuşak da biliyor bu yemekleri. Toplumun ruhunu dile getirecek bir roman yazma
fikri böyle doğdu. Fakat bir türlü uygun kitap formatını bulamadım, bir yemek
kitabı değildi istediğim. Daha sonra çift dilli bir kitap yazma fikri doğdu;
hem Türkçe, hem Ladino. Bu sefer olmadı ama mutlaka hayata geçireceğim bu
isteğimi.
Evet proje ilk başta öyleydi…
Bu projeden bahsettiğimde, 2012 yazının başında böyleydi.
Çünkü aklımda aile anılarının da olduğu bir hikâye kitabı yazmak vardı. Ladino
dilinde yazılmış birçok hikâye, fıkra kitabı okudum. Gözlem Kitabevi’nde ne
bulduysam aldım. Ama bir çıkış noktası lazımdı. Bir aşk hikâyesi geldi aklıma. Hayali,
kahramanları gerçek olmayan bir aşk hikâyesi bu. Bir terzi kız olsun dedim.
Çünkü gerçekten bir terzi kız vardı çocukluğumda eve gelen. O birini sevsin ama
adam gitsin bir başkasıyla evlensin dedim ve böyle başladı. Fakat öyle bir hale
geldi ki hikâye değil roman oldu. Çok kalın olunca da çift dilden vazgeçtim. Çift
dil projesi ertelendi ama bir gün yapacağım bunu. Hatta ajansım “Bu senin Nobel
biletin” diyor.
Yeni projene başladın bile. Bu kitaptan çıkardığın 150 sayfa ile yeni bir
hikâye oluşturacaksın, kesin hikâye mi bu sefer?
Kesin hikâye, bu sefer direneceğim. Hatta buradan Şalom
Dergi okurlarına söz veriyorum eğer sözümde durmazsam hesabını sorsunlar benden.
Bin Bir Gece Masalları’ndan etkilendim dedin. Bu 150 sayfalık yazıyı nasıl
değiştirecek?
Bu her ne kadar bir hikâye kitabı olacaksa da, birbirine
bağlanacak hikâyelerden okuşacak. İç içe girecek hikâyeler. Bir hikâyenin yan
karakteri bir başka hikâyede başkarakter olacak. Bunları bir araya getirecek
bir ara metne ihtiyacım var ama henüz onu yazmadım. Belki bir anlatıcı veya hikâyeleri
tartışan iki anlatıcı olacak bilmiyorum. Bin Bir Gece Masalları’nda böyle bir
yapı var dedim ve okumaya başladım. Bu yaz Bin Bir Gece Masalları’nın neredeyse
yarısını okudum, 487. geceye kadar geldim.
Delirmedin değil mi daha?
Henüz değil. Bin birinci masalda delirir miyim bilemiyorum
ama denemeye değer. Fakat şu da var ki Bin Bir Gece Masalları’nı okuyan zaten
delidir. Ama çok keyifli herkese tavsiye ederim. Hiç olmazsa bir cildini
okuyun. 8.- 9. yüzyılın çok kültürlü Bağdat’ını anlatması açısından ilginç. Müslüman
bir şehir ama Hıristiyanı var, Yahudisi var. Yahudiler tüccar genelde sarraf ya
da kuyumcu, işini iyi yapan insanlar olarak anlatılıyor.
‘Size Pandispanya Yaptım’da başka bir kitaptan yapısal anlamda bir
etkileşim var mı?
Fikir doğduğunda bir arkadaşım bana Laura Esquivel’in Acı
Çikolata’sını tavsiye etti. Benzerlik olarak bir tek onu görüyorum.
Okurken, ilk bölümde özellikle, Nabokov’un Lolita’sındaki ana karakterin itiraf
konuşmasını hatırladım. Bir de Büyük Defter kitabı vardı Agota Kristof’un, iç
içe geçmiş hikâyelerden oluşuyordu, kitabın yapısı onu hatırlattı bana. Sen ne
dersin?
Bu bana çok anlamlı gelen bir okur yorumu ve hiçbir
şekilde itiraz etmem, bu mümkün. Hiç aklıma gelmemişti söylediklerin ama şimdi
bakıyorum da Lolita’da hücrede itiraf ediyordu kahraman, burada da kahramanın
kapalı bir yerde olduğunu hemen anlıyoruz. Büyük Defter konusunda da mümkün
hatta daha mümkün, o daha da aklıma yattı. Şimdi düşününce etkilendiğim bir
romanı daha söyleyebilirim sana. Paul Auster’ın Görünmeyen romanını hatırla
orada da benzer bir durum var. Her yazar bir başkasından bir şeyler alır,
kendine göre getirir. Etkilenmiş olabilirim bu mümkün hiçbir itirazım yok.
Hep söylediğin bir şey vardır, kitabın ilk cümlesi çok önemlidir diye.
Hatta bir kitabı satın alırken de ilk ona bakarsın. Bu kitabın ilk cümlesi ‘Ben
bir yalancıyım.’ İddialı bir cümle, buna özel bir önem verdin mi?
Kitabı yazmaya başladığımdaki ilk cümlem bu değildi. Bu
sonradan geldi. Ben çok sevdim ilk cümlemi romanın yazarı olarak. ‘Ben bir
yalancıyım’ cümlesini bulduktan sonra romanın gerçek sesini buldum. Ondan sonra
işim çok kolaylaştı.
Başrol yemeklerde bu kitapta. Normalde hep İstanbul’dur. İstanbul
kıskanmadı mı yemekleri?
Kıskanmaması gerekir. Çünkü bu da bir anlamda İstanbul’un
çocuklarından biri. İstanbul’u yaşlı çok görmüş bir kadına benzetiriz ya, o
yaşlı çok görmüş kadın çocuğunun daha çok önemsendiğini görmekten dolayı bir
kıskançlığa kapılırsa buna bir lafım yok. Ama ben kıskanmaması gerektiğine
inanıyorum.
İstanbul senin için neden bu kadar önemli, neden her romanda İstanbul?
Ben bir yazarın en iyi bildiğini en iyi anlatacağına hep
inandım. Benim bildiğim de İstanbul. Büyük yazarlara bakarsan yazdıkları
şehirleriyle özdeşleşmişlerdir. Balzac’ın Paris’i, Marcel Proust’un Paris’i,
Camus’un Paris’i veya Cezayir’i, James Joyce’un Dublin’i, Dostoyevski’nin St
Petersburg’u, Tolstoy’un Moskova’sı gibi. Böyle bakıldığında yazarların şehirleriyle
çok yakın bağları var. Edebiyat her mekânda çıkabilir ama roman daha çok şehir
ürünüdür, bir burjuvazi ürünüdür. Benim şehrim de İstanbul olduğu için, İstanbul’u
anlatıyorum. Bana göre malzeme çok. Hâlâ keşfedilmeyi bekleyen, hâlâ
anlatılamayanlar var. Dikkat et anlatılmayan demiyorum anlatılamayanlar var
diyorum. Zaman bunu vadediyor, bunu da anlatacaksın diyor. İstanbul benim en
iyi bildiğim ve malzemesi çok bol bir şehir. Mesela dünyada fevkalade lezzetli
balıklar vardır benim bilmediğim. Ama ben lüferi biliyorum. Izgara lüferin ne
kadar lezzetli olduğunu biliyorum. Kokusundan kesmesine, hangi tarafının daha
lezzetli olduğuna kadar. Sadece onun için İstanbul, çok iyi bildiğim için.
İstanbul’un senin üzerindeki etkisi nedir? Yazar olmanda İstanbul’un bir rolü
var mı?
Her şeyiyle var. Neden biliyor musun? Çünkü ne mutlu bana
ki kozmopolit İstanbul’un son demlerine yetiştim. İstanbul’un artık kozmopolit
bir şehir olmadığını düşünüyorum. Onun artık bir efsane olduğunu düşünüyorum.
Bunu gerçekten yaşadım kendi doğallığı içinde. Bu bir yandan senin karakterini
inşa etmeye başlıyor. Çünkü açık oluyorsun bazı şeylere. Şeker bayramını da
biliyorsun, Paskalya’yı da. Kurban bayramında bir evden kavurma et kokusu
gelirken, Paskalya’da o sakızlı çöreğin ne olduğunu biliyorsun. Bu inşa ediyor
seni. Ama benim yaşadığım İstanbul’un sadece böyle olumlu tarafları yoktu. Mesela
çocukluğumda sürekli telkin edilirdi “aman temkinli ol” Yahudi olduğum için. Bir
de “evde konuşulanları dışarda konuşma” denirdi. Çocuk üzerinde bu çok önemli
psikolojik etki yapar ve bu senin karakterinin inşa edilmesine yol açar. Fakat ilginç
olan bir şey daha var. Bu bir İstanbul belki de bir Türkiye karakteri, şimdi
bakıyorum da herkes böyle yaşamış. Aleviler de böyle yaşamış mesela. Bana bir
arkadaşım “bizim yaşadıklarımızın aynısını siz de yaşamışsınız” dedi. İstanbul
bu bakımdan bir başka karakter veriyor. İçimize kapalıyız. Hayattan zevk almayı
biliyoruz ama doyasıya zevk alacak kadar açık değiliz. Bir diğer önemli
karakteri ise hem Batılı hem Doğulu olmak.
Ya da ne Batılı ne Doğulu…
Ya da ne Batılı ne Doğulu. İkisi de olabilir çünkü bu da
başka bir kimlik. Bizim kuşağın büyük çoğunluğu evde Fransızca öğrendi ama evde
öğrendiğimiz Fransızcanın Paris’teki Fransızcayla alakası yok. Hani gramatikal
açıdan doğru ama eski. Bu yüzden hep derim Paris’e gittiğimde en iyi yetmiş yaş
üstündekilerle anlaşıyorum.
Bir topluluğu silmek için önce dilini yok etmek gerek demiştin…
Evet, birçok toplum bugün tarihten dilleri yok edildiği
için silinmiştir. Yani en azından başlangıcı öyle olmuştur. Ve tarihe
baktığında ayakta kalan en eski topluluklar Çin, İran, Japonya bin yıllardır
varlar. Dilleriyle varlar. Öte yandan Etrüskler yok, Sümerler yok, bu dilleri
bilen de yok.
Ladino yok olmasın, okulda öğretilsin diye bir teklifin vardı…
Kesinlikle. Ben Musevi Lisesi’nde seçmeli, gerekirse de
zorunlu bir Ladino dersinin olması gerektiğine inanıyorum. Benim görüşüm bu ve
hâlâ bunu savunuyorum.
Veliler itiraz edebilir bu düşüncene. Bununla amacın Türk Yahudi kimliğini
korumak mı?
Evet, bir kültürün kaybolmasının önüne geçmek olarak
görüyorum bunu. Sevdirmenin yolları var. Biraz moda haline getirilebilir.
Ne yapılabilir mesela?
Mesela okulda okutulur, fıkraların ne kadar güzel
olabileceği söylenebilir, bir dönem Kula diye bir oyun vardı, bunların devamı
gelebilir. Ladino dilinin kaybolması Türk Yahudilerini ortadan kaldırmayacak.
Neden? Çünkü Türk Yahudileri zaten başka bir dili seçti o da Türkçe.
Ya da seçtirildi…
Seçti ya da seçtirildi ama artık Türk Yahudilerinin dili
Türkçe. Yahudiler ilk İberya’ya gittiklerinde dilleri İbraniceydi. Oradan
İspanyolcayı aldılar. Sonra İspanyolca kayboldu. Bildiğim kadarıyla
Sefaradların bir kolu Hollanda’ya da gitti. Hatta ilk çıkan Ladino dilindeki
Sefarad gazete Hollanda’dadır, La Gazeta de Amsterdam. Onlarda da Ladino kayıp.
Doğal bir süreç mi bu?
Evet, çünkü Yahudilerin yaşadıkları toprakların dilini
almak gibi bir özellikleri var. Bir süre sonra da o dili en iyi konuşanlar
oluyorlar. Mesela çağdaş Alman edebiyatında, Almancası müthiş denilen bir çok
Yahudi yazar var. Franz Kafka, Elias Canetti, Heinrich Heine, Stefan Zweig için
Almancayı çok iyi kullanan yazarlar denir, özellikle Kafka için. Marcel
Proust’tan daha üst düzey Fransızca kullanan olmadı. Bu yüzden Ladino’nun
kaybolması, bir topluluğun kaybolmasının yolunu açmayacak, o kesin. Ama yine de
ben bunun toplumsal bir hafıza olduğunu ve korunması gerektiğini düşünüyorum.
Ladino’nun var olması için savaşıyorum. Ama biliyorum ki ben bir Don Kişot’um.
Şimdi soracağım soru kaçınılmaz. Kızlarına öğrettin mi?
Tabi ki bu soru gelir, tabi ki öğretmedim. Ama şu da var
biz Ladino’yu babaannelerimizden, anneannelerimizden öğrendik duyarak, konuşarak.
O zaman hayatın içinde bir yeri vardı. Zaten onlar da iyi Türkçe bilmiyordu,
ana dilleri buydu. Çünkü Osmanlı döneminden kalmışlardı, Türk okuluna
gitmemişlerdi. Hatta mahallenin dışına fazla çıkmadıkları için herkesle Ladino
konuşuyorlardı. Kasap Yahudi, bakkal Yahudi, meyhaneci Yahudi. Kapalı duvarlar
yoktu ama getto tarzı yaşıyorlardı. Bizim çocuklarımız neden Ladino’yu
öğrenmedi çünkü onların anneanneleri ve babaanneleri Türkçe konuştu. Ladino
konuşulsun demiyorum ama kültür dili olarak kalsın diyorum. Hatta bu konuda
eminim İspanya da elinden geleni yapacaktır. Benim kavgam bu.
Kitaba geri dönersek, en sevdiğin, en iyi pişirdiğin, en çok övgü aldığın
yemek hangisi?
‘Size Pandispanya Yaptım’dan söz ettiğimize göre Sefarad
yemeklerinden kaşkarikas’ı hem çok
severim hem çok iyi yaparım bunda iddialıyım. Ispanaklı kuru fasulyeyi
yapıyorum ama benim yorumumla. Et suyu yerine kemik iliği kullanıyorum, soğan
katıyorum. Bir de bulemas de berencena
onu da çok seviyorum, etli kabak dolması da yapıyorum, bir de beyin seviyorum meoyo. Herkes sevmez hatta birçokları
sağlıklı da bulmaz ama ben iki şeklini de seviyorum hem kızartılmış olanı hem
de ekşi agristada olanı. Bunlar çok
iyi yaptığım iddialı olduğum yemekler.
Bayram yemeklerini hâlâ sen mi hazırlıyorsun?
Bayram yemekleri, tabi ki onları nasıl unuttum. Ençusa de pırasa, ençusa de espinaka
onları hep hazırlarım. Kuzu Seder sofrasında bulunması gereken bir yemek. Pesah
yemeği dendiğinde ençusa de espinaka ile
fritata de pırasa mutlaka olur. Bulmuelikos
da var.
Özel hayatınla ilgili çok güzel güzel haberler var. Kızın nişanlandı, yeni
kızın yolda, dört tane kadın olacak artık başında…
Çok mutluyum çünkü artık kendi haremimi kurdum. Kızlarımdan
biri resmen değil ama nişanlı, çok mutluyum çünkü kızım mutlu. Yıllardır
beraber olduğu çocukla önümüzdeki iki yıl içinde hayatını birleştirecek, kendi
yolunu çizecek. İnşallah hayal ettikleri gibi bir hayatları olur. Birbirlerini
sevmeleri beni çok mutlu ediyor. Öte yandan hayırlısıyla Şubat ayında dünyaya
gelecek bir kızım var. Bütün bunlar benim hayatımın renkleri. Yeni doğacak kız
muhtemelen çok şımartılacak kazandibi olacağı için. Ablaları tarafından da çok
şımartılacak eminim. Onlar için çok komik olacak, 24 yaş farkla bir kız kardeş.
Ben de kendimi 24 yaşına iki kız getirdiğim için çok tecrübeli bir baba olarak görüyorum.
Dolayısıyla benim için çok eğlenceli olacak. Umarım her şey iyi gider. Önemli
olan sağlıklı olması. Eğer Tanrı bana bir otuz yıl daha ömür verirse, 80’li
yaşlarımda tipik büyük bir Yahudi ailesi olacağız; damatlar, torunlar, kızlar.
Pesah akşamı en nihayet kalabalık bir sofra olacak. Çok mutlu ediyor bunun
düşüncesi bile beni. Ama o tarihte Pesah yemeklerini artık müsaadenle başkaları
yapacak.
Öğreteceksin değil mi? Kendi babaannen gibi mutfaktan kovalamayacaksın?
Öğreteceğim mutlaka öğrensinler.
Kızların arasında yazar var mı ya da yazarlığa ilgisi olan?
Pınar yani görsel iletişim tasarımı bitiren kızım ısrarla
ya yazmaktan kaçıyor ya da yazıyor ama bana göstermiyor. Ama ben onu yetenekli
görüyorum. Türkçesi mükemmel değil ama içerik, duyarlılık olarak bakıldığında,
ben bir yatkınlık görüyorum. Ama ben onun değil o benim peşimden koşacak eğer
yazar olmak istiyorsa. Deniz daha bulmuş gibi yolunu. Bir pastanede çalışıyor,
pastacı olmak istiyor. Severek yapıyor işini.
Başarıyı nasıl tanımlarsın?
Hayatta istediğini yapıyor olabilmek ve buna bağlı olarak
yaşadığın her günden keyif duymak. Ben başarıyı böyle görüyorum. Çok varlıklı,
çok zengin olabilirsin ama önemli olan istediğin gibi yaşayabiliyor musun? Sana
sunulanlarla barışık mısın, yetinebiliyor musun? Bunun cevabı ise üretebilmek.
Ama çocuk üretmek değil, doğal bir şey bu zaten. Herhangi bir şey üretebilmek
önemli. Kitap olur, fabrikaya kadar gider, hizmet olabilir. Hayatla barışık
olabilmek için üretmek lazım. Bir de sevmek. Birini sevebilmek. Sevgi
verebilmek. Sevebiliyorsan, sevgi verebiliyorsan birilerine, bu sevgi almaktan
daha önemli. Sevgi verebilmek de hayatta başarının ölçüsüdür. İkisini
yapabildiğim kanaatindeyim. Daha fazlasını yapabilmek için de elimden geleni
yapıyorum.
Karel Valansi Şalom Dergi Aralık 2013
Yorumlar