14 Şubat 2005 tarihinde 23 kişinin ölümüne ve 200 kişinin yaralanmasına yol açan bombalı saldırıda hayatını kaybeden ‘Bay Lübnan’ lakaplı eski Başbakan Refik Hariri’nin ölümüyle önce Lübnan’ın daha sonra da bölgenin kaderi değişti. Kimileri bu olayı Lübnan’ın 11 Eylül’ü olarak tanımlıyor, haksız da değiller...
Günümüzden tam on yıl önce, 14 Şubat 2005’te, Lübnan’ın başkenti Beyrut’taki St. George Hotel yakınlarında patlayan bomba yirmi üç kişiyi öldürürken 200’e yakın kişiyi yaraladı. Patlama o kadar şiddetliydi ki bölgede on metre eninde, iki metre derinliğinde bir çukur meydana geldi. Patlamanın gücü ve verdiği hasar ile de oldukça dikkat çeken saldırıyı daha önce adı duyulmamış küçük bir örgüt üstlendi. Oysa kurbanına yaşam şansı tanımayan böylesi bir saldırıyı ancak büyük bir gücün planlamış olduğu konusunda herkes daha ilk günden hemfikirdi. Ortadoğu’daki vekâlet savaşlarının meydanı haline gelmiş ve yıkıcı bir iç savaştan çıkmış bir ülke için böylesi bir suikast çok şaşırtıcı olmamalıydı ancak hedefteki kişi Refik Hariri olunca hem Lübnan’ın hem de başta Suriye olmak üzere bölgenin kaderi değişti.
Lübnan’ın eski Başbakanı Hariri’nin ölümü hem iç savaş sonrası eski ihtişamlı günlerine geri dönmek için çabalayan Lübnan’ı yarı yolda bıraktı hem de hassas dengeler üzerinde durmaya çalışan Lübnan’daki mezhep gerilimini körükledi. Hariri’nin ölümü Lübnan’ı ılımlı Sünni Arap liderinden mahrum bıraktı. Bugüne baktığımızda da bu durumun etkilerini görebiliyoruz. Siyasette etkisi azalan Sünni gruplara karşı güçlenen İran destekli Hizbullah var Lübnan’da. Son dönemde 1,2 milyon Suriyeli mülteciye kapılarını açan Lübnan, bu örgütün Suriye iç savaşına müdahil olması ile savaşın sınırlarını aşması tehlikesiyle de karşı karşıya.
Birçokları Hariri suikastı için Lübnan’ın 11 Eylül’ü diyor. Haksız da sayılmazlar.
1975-1990 yılları arasında süren Lübnan iç savaşı sonrasındaki dönemde başbakanlık yapan ve ölümünden birkaç ay önce görevinden ayrılan milyoner Refik Hariri yoksul çiftçi bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Maddi yetersizlikler yüzünden üniversite yıllarında Suudi Arabistan’a gittiğinde matematik öğretmeni olarak para kazanmaya başladı. Zamanla inşaat sektörüne giren Hariri, Kraliyet ailesinin güvenini kazanıp 1978’te Suudi vatandaşlığına kabul edildiğinde Arap dünyasının en büyük inşaat imparatorluğuna sahip olmuştu. 2003 yılında ise Forbes dergisinin en zengin 100 kişisi arasında idi. 1989’da Taif Anlaşması ile sonuçlanan ulusal uzlaşma konferansında önemli katkıları olan Hariri, iç savaş sonrası ülkenin tekrar inşasında aktif rol oynadı, eğitime verdiği destek ile adından söz ettirdi. Toplumun birçok kesiminden destek gören Hariri 1992’de başbakanlığa seçildi ve ölümünden kısa bir süre öncesine kadar 12 yıl boyunca ülkeyi yönetti.
Hariri’nin öldürülmesinin ardından halkın öfkesi suikasttan sorumlu tutulan Suriye’ye yöneldi. Arap Baharı’nın bir ön provası sayılabilecek kalabalık kitleler meydanlara toplandı ve Sedir Devrimi ile Suriye askerlerinin ülkedeki varlıklarını istemediklerini haykırdılar. İç savaşın bitmesinde yardımcı olan Suriye, 1976 yılından beri ordusunu istihbarat ve ekonomik çıkarları için iç işlerine karıştığı Lübnan’da tutmaya devam ediyordu. Başbakanlığı sırasında halk desteğine sahip Suriye’ye açıkça karşı gelmese de Hariri, ölümünden kısa bir süre önce ülkede 29 yıldır asker bulunduran Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesi için görüşmelere başlamıştı.
1982 İsrail işgaliyle İran destekli Hizbullah İsrail’e karşı verdiği mücadele ile özel bir konuma yükseldi ve Şiilerin baş temsilcisi haline geldi. Hariri, İsrail işgali sona erdikten sonra Hizbullah’ın ülkedeki rolü ve Taif Anlaşması’na rağmen silah bulunduran tek örgüt olmasını da sorgulamaya başladı.
Sedir Devrimi sonucunda Suriye Lübnan’daki askeri varlığını çekmek zorunda kaldı. Suriye’nin Lübnan siyasetindeki gücü azalırken ironik bir şekilde Hizbullah siyasete de girerek etkisini arttırdı. 2006 Lübnan-İsrail savaşı da örgütün prestijini çoğalttı.
Hariri suikastının onuncu yılında Hizbullah ‘devlet üstünde devlet’ görünümü kazanarak kendi çıkarları doğrultusunda hareket ediyor. Esad rejimine verdiği destek, Hariri’nin anma töreni için Lübnan’a dönen oğlu ve eski Başbakan Saad Hariri tarafından da eleştirildi: “Hizbullah’a savaş ve barış kararlarında devletin önüne geçmesi, Suriye rejimi ve İran’ı kurtarmak için devlet imkânlarını kullanarak Lübnan’ı askeri bir meydan yapması konusunda verilecek hiçbir hakkı tanımıyoruz.” Hizbullah’ın Suriye iç savaşına müdahil olması hem savaşın Lübnan’a sıçraması tehlikesine, hem de ülkede mezhepsel gerginliğin artmasına sebep oluyor.
Birleşmiş Milletler destekli Özel Lübnan Mahkemesi ise Hizbullah’ın beş üyesini Hariri suikastının failleri olarak gıyaben yargılıyor. Hizbullah Lideri Nasrallah, saldırıyı ABD-İsrail komplosu olarak tanımlayarak bu beş kişinin asla teslim edilmeyeceğini söylüyor.
Öte yandan Hariri suikastı sonrası Lübnan’daki muhalefeti susturmaya çalışmakla suçlanan, hem Avrupa hem de Körfez ülkeleri tarafından yalnızlaştırılan, Arap Baharı sonrası Suriye’deki iç savaşın sorumlusu tutulan Esad rejimi ise IŞ(İD) tehdidi karşısında bir kez daha Batı ülkeleri tarafından ‘çözümün parçası’ denerek oyuna dahil ediliyor.
Hizbullah’ın gerçekleştirdiği bir Suriye-İran ortak planı olarak görülen Hariri suikastı, Lübnan’daki Şii-Sünni gerilimini en üst düzeye çıkardı. Bunda ülke içinde olağanüstü güçlere sahip Hizbullah’ın Sünnileri hedef alan ayrımcı politikalarının da etkisi büyük. Arap Baharı öncesi bölgede önemli bir güç haline gelen Hizbullah için Suriye devrimi kendi etki alanını azaltabilecek büyük bir tehditti. Irak, Suriye ve Lübnan’daki gücünü kaybetmek istemeyen İran ile birlikte Hizbullah açık bir şekilde Suriye’de taraf oldular. İsrail’in geçtiğimiz ayki hava saldırısında Hizbullah militanlarının yanı sıra İranlı bir komutanın da öldürülmesi, İran ve Hizbullah’ın Suriye konusunun ne kadar içinde olduğunu göstermesi açısından oldukça dikkat çekici.
Mezhepsel gerilimin artmasındaki bir diğer faktör ise uzlaşmacı, ılımlı Sünni Arap bir liderin eksikliği. Babasının yerini doldurabilecek gözüyle bakılan oğul Saad Hariri ise kurduğu hükümetin dağılması sonrasında yaşamını Suudi Arabistan ile Fransa arasında geçiriyor. Sünni bir liderin eksikliğinde, Hizbullah güç kazandıkça ülkede gerilim de artıyor.
Ilımlı Sünni bir liderin eksikliği sadece Lübnan’da değil, 2011’den beri yeni bir döneme giren Arap coğrafyasının tamamında hissediliyor. 2003 Irak işgaliyle başlayan bu süreç, 2005’te Hariri suikastı ile sürdü ve 2011 Arap Baharı ile devam etti. Mezhep savaşları ve güç boşluğu Ortadoğu coğrafyasının çözülmesi gereken, IŞ(İD) benzeri devlet-dışı aktörleri doğurup büyüten başlıca tehlike. Lübnan’ın yaşadığı sorunlar; mülteci tehdidi, Suriye savaşının sınırları içine sıçraması tehlikesi, mezhep gerilimi, devlet-dışı aktörlerin güçlenmesi, uzlaşmacı ılımlı liderlerin eksikliği küçük bir coğrafyada aslında tüm Ortadoğu’nun özetini verir nitelikte.
Karel Valansi ANALİZ Şalom Gazetesi 25 Şubat 2015
Yorumlar