Aylar süren müzakereler sonucunda İran’ın nükleer programına ilişkin çerçeve anlaşma üzerinde uzlaşmaya varıldı. ABD yönetimine göre hiç kuşku yok ki bu, tarihi bir anlaşma. Obama, başarısızlıkla sonuçlanan İsrail-Filistin görüşmeleri başta olmak üzere Ortadoğu politikasının çöküşünün üstünü örtmeyi ve bu anlaşmanın dış politikadaki en önemli siyasi mirası olarak anılmasını arzu etmekte, doğal olarak. Ancak 1994’te Bill Clinton’un Kuzey Kore ile imzaladığı çerçeve anlaşmayı hatırlayanlar için sonuç pek de öyle değil. Pyongyang da Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun (UAEK) sıkı denetimine tabi olacak ve nükleer programını donduracaktı. Oysa bugün yüzlerce balistik füzeye ve nükleer silaha sahip.
Kuzey Kore nükleer çalışmalarının barışçıl olduğunu söyleyerek asıl amacını gizlemiş, ABD de diplomasi adına buna inanmayı seçmişti. Tıpkı şu an İran ile olduğu gibi. Çünkü “Anlaşma yapmamak kötü bir anlaşmadan iyidir,” dense dahi, ABD bir anlaşmaya varmaya ne olursa olsun kararlı. Tıpkı İsrail’in herhangi bir anlaşmaya kesinkes karşı olması gibi.
Nedenine isterseniz savaş yorgunluğu, isterseniz Ortadoğu’dan Asya’ya açılma veya Küba örneğinde olduğu gibi “herkese elimizi uzatacağız” deyin. Obama çevreleme politikası yerine diplomasi ile diyaloga girmeyi, Amerikan ordusunun rolünü azaltarak uluslararası organizasyonlara daha fazla sorumluluk yüklemeyi amaçlıyor. Arap Birliği Zirvesi’nden çıkan Arap gücü kurma kararı da bu bağlamda görülmeli.
ABD’nin tarihi müttefiklerini oldukça rahatsız eden bu gelişmeler tıpkı 1969 Nixon doktrininde olduğu gibi İran’ı bölgenin önemli aktörü haline getirirken, 1979 İran devriminden beri bölgenin iki önemli gücü olan İsrail ve Suudi Arabistan’ın hareket alanını sınırlıyor. Ve tıpkı Nixon doktrininde olduğu gibi ABD’yi dünyanın jandarması rolünden sıyırarak diplomatik esneklik sağlıyor, Amerikan çıkarlarına öncelik veriyor ve gerektiğinde müttefiklerine destek olacağını söylüyor. Mısır’a askeri yardımların yeniden başlatılması veya Yemen’de Suudi Arabistan’ın operasyonuna destek verilmesi bu anlayışın bir sonucu. Enerjide yarı bağımsız olma yolunda ilerlemesi de krizleri arkadan yönetmesini kolaylaştırıyor.
Belirsizlikler 30 Haziran’da nihai anlaşmaya ulaşabileceği konusunda kuşkuları arttırırken, resmi bir belgenin bulunmaması farklı yorumları beraberinde getiriyor. Ekonomik yaptırımların aşamalı veya tek seferde kaldırılması konusunda olduğu gibi taraflar arasındaki anlaşmazlıklar su yüzüne çıkıyor. Özellikle UAEK’nin İran’ın nükleer çalışmalarını nasıl denetleyeceği, Tahran’ın kuralları ihlali durumunda ne yapılacağı belirsizliğini koruyor.
ABD “askeri seçenek masada,” dese de ekonomik yaptırımların yeniden uygulanması ilk tercih olarak görülüyor. Ancak dünya ekonomisine entegre olmuş, eskimiş altyapısı için yabancı sermayeyi ülkeye çekmiş, petrol ve doğalgaz zengini bu ülkeye karşı kaldırılmış yaptırımların tekrar uygulanması için destek bulmak pek de kolay olmayacak. Hele bakir bir pazar olan İran’da Batı karşıtı Ahmedinejad yerine ılımlı Ruhani gibi bir lider baştayken.
Türkiye ise Arap Baharı’nın Müslüman Kardeşler çağını başlatacağına inanmasının ve tüm stratejisini Esad’ın devrilmesi üzerine kurmasının sonuçlarını yaşıyor. Ortadoğu’da ana oyun kurucu haline gelen İran ile Suudi Arabistan arasında hassas bir denge oluşturmaya çalışan Türkiye, Yemen üzerinden arabuluculuk rolü almaya, bölgede kaybettiği itibarı geri kazanmaya çalışıyor.
Yemen konusu, Mısır ve Suriye’de ayrışan Türkiye ile Suudi Arabistan’ı yakınlaştırdı. Ancak İran söz konusu olduğunda, Türkiye yüzyıllara dayanan deneyimiyle, komşusu ile aralarındaki rekabete rağmen işbirliğine devam etmesi gerektiğinin bilincinde. Yemen konusunda Suudi Arabistan’a verilen açık destek bile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Tahran ziyaretinde İran ile işbirliği dilekleriyle dengelenmeye çalışıldı. Suudilerin ateş püskürdüğü nükleer çerçeve anlaşması da Türkiye tarafından olumlu karşılandı. Hatta Tahran’ın bölgede nüfuzunu arttırmasından çekinen İsrail’in İran konusunda Suudi Arabistan bloğuna Türkiye’den daha yakın olduğunu söylemek ironik ama mümkün.
Ankara, İran’ın uluslararası sisteme dönmesini ekonomik bir avantaj olarak görüyor. İran sayesinde stratejik ve ticari kazanımları da beraberinde getirecek bölgesel bir enerji merkezi olma isteğini saklamıyor. Öte yandan Amerikan ilgisi İran’a fazlaca kayarsa Türkiye’nin bölgedeki etkinliği azalabilir.
Nükleer görüşmelerle hızlanan İran-ABD yakınlaşması aralarındaki güvensizliği yok edemese de (IŞ)İD gibi işbirliği gerektiren konularda tarafları bir araya getirebiliyor. ABD Irak Savaşı’ndan itibaren güçlenen İran ile 35 yıllık ‘konuşmam’ tabusunu yıkarken, Hamaney de Washington ile geliştirilebilecek ilişkilerden bahsediyor. Yani görüşmeler hiçbir zaman nükleer ile sınırlı değildi. Ortadoğu’da Amerikan çıkarlarına meydan okuyan İran ile ortak zemin bulma arayışıydı. Ortadoğu’da şiddet ve istikrarsızlık hüküm sürerken, (IŞ)İD’in siyah bayrağının gölgesi altında, güçlü bir İran ile denklem yeniden kuruluyor ve görülen o ki çıkarlar söz konusu olduğunda mezhepçilik önceliğini yitiriyor.
Karel Valansi OBJEKTİF Şalom Gazetesi 15 Nisan 2015
Yorumlar