Nora Şeni ile |
Birkaç yıldır İstanbul’da konferanslar organize ediyorsunuz. Bu konferansların içeriğini ve hedefinizi anlatır mısınız?
Bu konferans serisi, Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü’nün müdürüyken planlamış olduğum bir projeydi. Şu saptamadan yola çıktım: Türkiye İkinci Dünya Savaşı’na katılmadı. İyi ki de katılmadı ve tarafsız ülkeler arasında yer aldı. Oysa savaştan sonra Avrupa yeni temeller üzerine inşa edildi ve bu temel taşlar ‘barış’ı kutsal bir değer olarak gördü. Mesele sadece toplama kamplarını engellemek değildi, savaş vahşetinin bir daha yaşanmamasıydı. Barışı oluşturmanın ve muhafaza etmenin en etkin aracı demokrasi olduğu için demokratik düzenlerin kurulması ve sürdürülmesi önem kazandı. Demokrasi için demokrasi değil, barışın aracı olarak demokrasi!
Dolayısıyla Avrupa’nın hem siyasi ve idari kurumları, hem de düşünce dünyası yeniden yapılandı. Dünya medeniyetlerinin en gelişmişi addedilen Avrupa’da nasıl toplama ve imha kampları vahşeti yaşanabilmişti? Bu bilinçle bundan sonra nasıl sanat icra edilecek, felsefe yapılacaktı? Nasıl roman yazılacak, müzik yapılacaktı? Böylece Avrupa bir kimlik muhasebesinden geçti. Artık Avrupalı olmak bu muhasebeden geçmiş olmak demekti.
Türkiye bu süreçten geçmedi...
Türkiye’nin düşünce ve sanat dünyası bu bilincin dışında oluştu. Aydınlar, sanatçılar totalitarizmin erken işaretlerine hassas olmayı öğrenmediler, önlem almayı bilmediler. Avrupa’da ise bu konuda radikal bir hassasiyet oluştu. Irkçılık bitmedi ama siyasal söylemin dışına sürüldü. Bir siyasetçi ırkçı söylem kullandığında, o söylem toplumsal mukavelenin dışına düştüğü için siyasetçiyi aşırı sağa, meşruiyeti kısıtlı olan bir alana sıkıştırıp hapsediyor. Avrupa ‘Bir Daha Asla’nın yapılandırdığı bir düşünce ve siyasi düzenden geçerken, Türkiye böyle bir süreç yaşamadı.
Türkiye, Osmanlı’nın yıkılma sürecinden çıkardığı derslerin ışığında düşünmeye devam etti. Bu sürecin öğretisi suydu; 19. yüzyıl boyunca Osmanlı topraklarında Müslüman Türklerin çoğunlukta olmadığı bütün topraklar kaybedildi. Dolayısıyla Müslüman Türklerin çoğunluğu teşkil ettiği Anadolu üzerine odaklanıldı. 20. yüzyıl boyunca, Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne, servet ve toprak el değiştirdi, gayrimüslimlerden Müslümanlara geçti. Ermeni olayları, mübadele, Varlık Vergisi, Trakya Olayları ile toplum gittikçe Müslüman Sünni kimlik üzerinden homojenleşti. Bu homojenleşme obsesyonu, totaliterliğin çekiciliğine panzehir yaratılmasına engel oldu. Bu durum Türkiye’yi kendi hafızasıyla hesaplaşmaya yatkın kılmadı haliyle. Türkiye’de, Avrupa’da bulunan bu hassasiyetin gelişmediğini görünce konferanslar projesini başlattık, hafıza politikaları üzerine.
Hafıza politikaları ne demek?
Hafıza politikası katliam, pogrom, soykırım gibi facia hatıralarının özel alandan taşıp -yani kişisel, ailesel hatıra olmaktan çıkıp- önce kolektif ve toplumsal hafızaya mal ediliş süreci, sonra da kolektiften kamusal alanda yer edinmesi sürecine atfen kullanılan bir terminoloji. Kamusala geçişte devletin rolü önemli. Sorumluluğunu kabul edip, barışma sürecine geçme inisiyatiflerinin alındığı süreç bu. Bunu da travmatik olaylara eğitimde yer vererek, anmalar ve anıt gibi ‘hafıza mekânları’ oluşturarak yapar.
‘Türkiye bu hassasiyeti geliştiremedi’ dediniz...
Türkiye toplumunun özellikle aydınların böyle bir hassasiyeti geliştirmediklerini düşünüyorum. Irkçı, yabancı düşmanı, antisemit söylemin doğrudan doğruya barışı ve demokrasiyi, toplumsal ahengi tehdit ettiğini, geçit verilemeyeceğini idrak etmediler. Cumhuriyet’in başından 1960-70’lere kadar devletle özdeşleştirme alışık olan sol ve sosyal demokrat entelektüeller karşısındayız. Bu tarihten sonra devlete karşı durmaya, devleti dışarıdan eleştirmeye başladıklarında, ittifak kurabileceği tek güç İslami hareketti. Entelektüeller devleti eleştirebilmekle, devletten uzaklaşmakla bir tabuyu kırdıklarının bilincindeydiler. Ama ittifak kurdukları hareketin ırkçı olmasına aldırmadılar. Refah Partisi’nin söylemi açıkça antisemitti, ırkçıydı. Nazilerin kullandığı, Yahudileri ne kadar kötü şey varsa onunla bağdaştıran bir söylemle ortaya çıktı. Daha sonra AKP kuruldu. AKP hiç bir zaman bu söylemi devam ettirmiyorum demedi ama ettirmedi de.
Bir ara tüm billboardlar “Siz öldürmeyi bilirsiniz” türü afişlerle doluydu...
Evet, ama bir farkla, İsrail ile ilgili olarak, devlet dış politikasının bir elemanı olarak. AKP Türkiye’nin Ortadoğu’da konumunu kuvvetlendirmeye karar verdi ve Arap ülkeleri nezdinde prestij kazanmanın en kısa yolu olarak İsrail’e karşı tavır almayı seçti. Bunun içeriye, yerli politikaya yansıması olmadı mı, oldu tabii... Birinci Gazze Savaşından sonra Erdoğan İsrail’i eleştirirken, “Oysa biz Yahudileri 1492’de İspanya’dan kovulduklarında Osmanlı topraklarına kabul ettik” gibi bir cümle kurabildi. Yani İsrail politikasından dünya Yahudilerini, dolayısıyla Türkiye Yahudilerini de sorumlu tuttu, onları Türkiye vatandaşı olmaktan ziyade bir ırkın, bir kavmin mensubu olarak göstermeyi tercih etti.
Bir Müslüman ümmeti konuşuluyordu, dolayısıyla Yahudilerin de bu şekilde düşünülmesi bir bakıma doğal o mantıkla olaylara bakıldığında...
Ümmet fikri Ortadoğu dünyasına şirin görünme retoriğinin bir parçası. Müslüman ülkelere yönelik diplomasinin şifreleri. Bu, tüm Yahudileri İsrail’in politikasından sorumlu tutabilecek bir şey. Ayrıca bu söyleme toplumdan tepki gelmedi, bunu kimse bir problem olarak görmedi. Daha sonrasında, “Benim Yahudi vatandaşlarım bunun dışındadır” gibi açıklamalar da geldi tabi.
Düzenlediğiniz konferanslarla amacınızın Türkiye’de bu hassasiyetin oluşması için bir zemin açmak olduğunu söyleyebilir miyiz?
Evet, bu konferansların hedefi İkinci Dünya Savaşı hakkındaki hafıza politikalarının Avrupa ülkelerinde nasıl geliştiğini göstererek Türkiye’de bir tartışma zemini oluşturmak. Yani örtbas edilmelerinin nasıl üstesinden gelinebileceğini müştereken araştırmak, mesela Sivas’ın, Madımak’ın, Maraş’ın nasıl toplumsal hafıza yüzüne çıkabileceğini tartışmak. Oluşturulmak istenen hassasiyet, demokrasiye takılan çelmelerin, totalitarizmin işaretlerini uzaktan görmek ve önlem alabilmek.
Fransa kendi Yahudilerinin toplama kamplarına götürülmesindeki sorumluluğunu ancak 1989’da Jacques Chirac’ın bir konuşmasıyla resmi olarak kabul etti ve özür diledi. Dolayısıyla bu süreçler mücadele istiyor, zaman alıyor, toplumsal aktörlerin kararlığını gerektiriyor.
Bu mücadelenin etaplarını, aktörlerini, eylem tarzlarını anlatabilecek tarihçileri davet ettik. Her konuşma iki kere yapıldı. Biri Fransız Kültür’de, diğeri Cezayir Lokantası binasında. Bu sene Salt’ta da konferans yapıldı. Cezayir’deki seanslarda, yabancı konuşmacıya Türkiye’den de bir tarihçi Türkiye’den örneklerle eşlik etti, mukayese edilebilir durumlar konuşuldu. Bu program çerçevesinde ünlü Nazi avcısı, tarihçi Serge Klarsfeld’i, tarihçi Henry Rousso’yu, Annette Wiewiorka’yı dinleyebildik. Türk konuşmacılar arasında Rıza Türmen’i, Mehmet Polatel, Ümit Kurt, Şükrü Aslan’ı sayabilirim. İlk yıl konular Fransa’daki hafıza süreçlerine odaklıydı. İkinci sene Almanya, sonra Yugoslavya ve nihayet Türkiye konuşuldu. Bu konferanslar Memorial de la Shoah (Paris), çalıştığım Fransız Jeopolitik Enstitüsü (Paris 8 Üniversitesi), Türkiye Fransız Enstitüsü ve Anadolu Kültür’ünkatkılarıyla organize edildi.
Holokost konusuna dönersek, Türkiye halen gözlemci olduğu IHRA’nın tam üyesi olmak istiyor...
Evet, Türkiye 2008’de Uluslararası Holokost Anma İttifakı’na (International Holocaust Remembrance Alliance, IHRA) gözlemci olarak katıldı ve artık kurumun üyesi olmak istiyor. Bu inisiyatifi, Ermeni konusundaki suçlamalara karşı kullanabileceği bir argüman oluşturuyor. Türkiye 1990’larda şunu keşfetti. Milliyetçi bir kavga ile Osmanlı’dan ayrılmamış bir azınlığı var; Yahudiler. Ermeniler ve Rumlar ile yaşananlar gayet travmatik. Ermeni katliamı suçlamasına karşı Türkiye, Osmanlı’nın sonra da Türkiye Cumhuriyeti’nin Yahudilerle ilişkisi diplomatik bir ‘asset’ olarak kullanmayı seçti. 500. Yıl Vakfı kuruldu. 500 yıllık Osmanlı Yahudi tarihi bir gül bahçesi gibi lanse edildi.
İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye tarafsız ülkelerdendi ve Alman işgalindeki örneğin Fransa’da Türkiye pasaportlu olmak toplama kampına gönderilmeye engeldi. Bunun üzerine Türkiye’yi İkinci Dünya Savaşı’nda Yahudilerin kurtarıcısı olarak tanıtma olanağı çıktı. Oysa örneğin komşu Yunanistan’dan, Selanik’ten 40 bin Yahudi’nin neredeyse tümü Treblinka Kampına sürüldü ve gaz fırınlarında telef oldu. Türkiye sınırlarını açmış olsa bu kişiler kurtulurdu. Romanya’dan, Bulgaristan’dan mülteci dolu gemi yolcuları Türk topraklarına ayak basamadan, herhangi bir yardım alamadan Filistin’e geçtiler ya da gemileri Filistin’e ulaşamadan battı; Salvador, Struma gibi. Ayrıca İzzet Bahar, Corry Guttstadt gibi yeni tarihçiler Stanford Shaw’un göz ardı ettiği arşiv elemanlarını değerlendirerek Yahudi Schindler’ler mitosunu çürüten bulgular ortaya koydular.
Rıfat Bali, Avner Levi kitaplarıyla bu yolu açtılar. Biz onlardan öğrendik kendi tarihimizi...
Ama ne kadar sonra, ne kadar ite kaka. Şimdi çıkan kitapların bulguları Yahudi cemaatinin ‘Türk Pasaportu’ gibi bir filmi kullanabilmesini bence mümkün kılmıyor artık. Tarihlerinin ağaçlaştırılmasını Türkiye Yahudileri başta kabul ettiler, buna bir kazan-kazan oyunu olarak baktılar. Böyle bir tarafı da oldu gerçekten bu anlaşmanın. Ancak yeni bulgular ve son on yıldaki araştırmaların ışığında bu araçsallaşmaya bir sınır getirmek gerekecek. Yani bir karar aşamasında cemaat; tarihinin Türkiye’nin diplomasi malzemesi olarak kalmasını mi tercih edecek, yoksa kendi tarihini kendi yazmayı mı seçecek...
Karel Valansi Şalom Gazetesi 21 Ekim 2015
Yorumlar