Terörizmin Doğası Değil ama
Karakteri Değişiyor
Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma
Vakfı (TEPAV) bölge çalışmaları danışmanı ve Milliyet gazetesi köşe yazarı Dr. Nihat
Ali Özcan ile terörizmin yeni karakteri, sosyal medyanın gücü, güvenlik-
özgürlükler ikilemi ile Suriye savaşı ve Orta Doğu ekseninde Türkiye’yi
konuştuk
1- Cenevre’deki
Suriye görüşmelerin bir sonuca ulaşamadan dağıldı, ateşkes boyunca süren
ihlaller de var. Suriye konusundaki öngörüleriniz nedir?
Kısa vadede buna
bir çözüm beklemiyorum. Suriye’deki askeri tablo tarafların politik
beklentilerine cevap verecek biçimde şekillenmedi. Devam edecek dinamik bir
süreç ve bu resimden çıkarılması gereken DAEŞ var. DAEŞ resimden çıkarılınca
ortaya çıkacak boşluğu kim veya hangi otoritenin dolduracağı, o otoriteyi kimin
desteklediğine göre nasıl doldurulacağı belli değil. Bir taraftan Rusya ve Esad
rejimi, bir taraftan Türkiye- Suudi Arabistan- Katar muhalifleri, bir taraftan
da ABD’nin DAEŞ üzerindeki baskıları gerçekleştirmek için PKK- PYD’ye verdiği
destek var. Böyle olunca dinamik bir süreç var ve bunun ne zaman
sonuçlanacağını bilmiyoruz. Ama şunu söyleyebiliriz; DAEŞ Suriye özelinde
resimden çekilinceye kadar çatışmalar devam edecek.
2- Kilis’e
düşen roket ve mermiler artarken, Suriye’de devam eden savaşın Türkiye’ye etkilerini
nasıl yorumluyorsunuz?
Türkiye’ye
düşen roketler konusu oldukça karmaşık bir konu. Bunun birkaç boyutu var. Bir
tanesi siyasi boyut. Özellikle iç politikada tartışmaları da beraberinde
getiriyor. Çünkü bir taraftan hükümet eleştiriliyor, bir takım protestolar var
ve bunun etkisi artıyor. Öbür taraftan dış politik boyutu var. Dış politik
boyutu Türkiye açısından daha trajik. Türkiye hava kuvvetleri, topraklarına
roket ve füzeler düşmesine rağmen yeterince cevap veremiyor. Çünkü Rusya’nın
Suriye’deki savunma sisteminin halen faal olması ve bu ülkelerin izin vermemesi
Türkiye’nin elini kolunu askeri manada bağlıyor. Hukuksal normlar açısından
bakıldığında, Suriye merkezi hükümeti, BM üyesi ve hala meşru otorite olarak
gözükmekte. Ancak Türkiye topraklarına roket ve füzeler düşerken, eğer bu
devlet bunu önleyemiyorsa, Türkiye’nin
bu noktada önleyici, cezalandırıcı, caydırıcı bir reaksiyon göstermesi normal.
Ama politik nedenlerden dolayı Türkiye bunu yapamıyor. Öte yandan, bu iç savaş
ve sivil savaş Türkiye’nin güvenlik ve muhataplık konusundaki pozisyonuna cevap
vermiyor. Çünkü sınır komşuları sürekli değişiyor. Bir gün DAEŞ, ertesi gün
PYD, sonra Özgür Suriye Ordusu ya da muhalifler geliyor. Askeri açıdan bakınca
hükümetin Kilis’e düşen bombalar ve füzeler konusunda alması gereken pasif ve
aktif tedbirler var. Pasif tedbirler; o coğrafyada yaşayan insanları oradan
göçertirsiniz tehlike altından kurtarmak için. Fakat büyük bir rakamdan
bahsediyoruz. Aktif ise istihbarat kapasitenizle bunlar harekete geçmeden siz
harekete geçip buradaki füzeleri atanları vurmanız lazım. Şimdi burada ki diğer
sorun şu; füzeleri kim, hangi maksatla atıyor? Sınırlar bizim anladığımız
konvansiyonel manada bir sınır paylaşımı biçiminde olmadığı için, günlük,
saatlik, anlık değişen aktörler var. Kimin düşman olduğunu ayırt edemiyorsunuz.
Bunları ayırt edemediğiniz gibi bunları hangi maksatla attığını da
bilemiyorsunuz. Yani bu tesadüfen mi geliyor, yoksa Türkiye’yi Suriye’ye sokmak
gibi, belli bir amaca yöneltmek için mi atışlar devam ediyor. Büyük ihtimalle
her ikisi beraber. Bütün bunlar resmin
ne kadar muğlak olduğunu gösteriyor.
3- Bu
durumun Türkiye-ABD ilişkilerine yansımasını nasıl değerlendirirsiniz?
Belki de en
çarpıcı tarafı burada Türk – Amerikan ilişkileri açısından sahadaki yansıması.
ABD Türkiye’nin bu gittikçe artan askeri ihtiyaçlarını, yani Suriye’nin
derinliklerindeki operasyonel ihtiyaçlarına ilişkin çok istekli davranmıyor.
Önümüzdeki günlerde büyük ihtimalle bir füze sistemi getirecek. Amerikan tutumu
şu şekilde; “Sen burada muhaliflere destek veriyorsun, ama 98 km’lik hattı yani
iki Kürt bölgesi arasında kalan bölgeyi Özgür Suriye Ordusu ya da muhaliflerin
doldurma şansı pek yok. Ama önemli değil, benim acelem yok. Sen bunları desteklemeye
devam et, biraz da savaşın. Beceremediğinizi görünce nasılsa benim dediğim
noktaya geleceksiniz. O zaman PYD’ye burayı açmak durumunda kalacaksınız.” ABD ‘tavşana
kaç, tazıya tut’ tarzında davranıyor. Bütün bu resme baktığınızda bu olaylar
büyük ihtimalle bu yaz boyunca değişen ölçeklerde artan veya düşen tempoda
devam edecek gibi gözüküyor.
4- ABD
Suriye konusunda pasif bir tutum sergilerken, Rusya Suriye’den çekildiğini
söylüyor ama hala hava savunma sistemi ile aslında orada. Bir de tabloda İran
var, uluslararası sisteme dahil olan ve aynı zamanda bölgede tehdit olarak
algılanan. Orta Doğu’nun geleceğine dair neler söyleyebilirsiniz?
Bugüne kadar
Orta Doğu analizi yaparken devletler üzerinden konuşmayı tercih ediyorduk. Devletler
vardı, bu devletlerin destekçileri vardı ve Orta Doğu’nun temel sorunları vardı
petrol gibi, Arap-İsrail meselesi gibi. Şimdi bu sorunların yanına yenileri
katıldı. Bunlardan en önemlisi iyice görünür hale gelen mezhep gerilimi. Aynı
zamanda lokal aktörler ön plana çıkmaya başladı. Yani daha önce bölgesel
politikaları kökten etkilemeyen ama şimdi etkinliğini daha çok hissettiren
aktörler. Mesela DAEŞ gibi, PKK’nın yeniden güç kazanması gibi, Kürt meselesinde
İngiltere’nin, Fransa’nın ya da ABD gibi daha farklı aktörlerin daha farklı
aygıtlarla araçlarla bölgeye müdahil olması gibi.
Orta Doğu’ya
bu manada baktığınızda, orta- uzun vadede nereye gideceği konusu bir takım
olumsuzluklar içeriyor ama kesin bir öngörüde bulunmayı da gittikçe
zorlaştırıyor. Yemen’den Libya’ya, Suriye’den Irak’a kadar devletlerin çökmüş
olması, taşların yerine oturması için daha uzun bir zaman geçmesi gerektiği
gerçeği ile bizi karşı karşıya bırakıyor. Bu da tabi yeni durumlar üretiyor
terörizm gibi, devlet dışı aktörlerin yeni kapasite kazanması gibi. Devlet dışı
aktörler geleneksek araçlarla ve geleneksel kurallarla, hukukla yapılan
siyaseti de gittikçe zorluyor ve sorunu Avrupa içerisinde veya Ankara ve
İstanbul’da bomba patlatarak Orta Doğu’dan küresel hale getiriyor.
5- Terör
gibi bir de küresel hale gelmiş bir mülteciler sorunu var...
Bu bombalarla
insani dram da yaratılıyor, mülteciler meselesi gibi. Bu da sadece ürettiği
yerde kalmıyor. Ürdün, Irak, Lübnan, Türkiye gibi komşu ülkeleri ve yeni bir
dalga olarak Avrupa’yı zorlamaya başlıyor. Hem Türkiye hem de Kuzey Afrika
üzerinden Avrupa’yı zorlamaya başladığında AB gibi göreceli daha stabil, daha
refaha ulaşmış yerleri de zehirlemeye, kendi sistemlerini test etmeye,
açıklarını ve sorunlarını ortaya çıkarmaya başlıyor. Bu da onları ahlaki,
hukuki, ekonomik ve sosyal olarak zorlamaya başladı. Ortaya çıkan bu kara
delikler içine doğru istese de istemese de hem aktörleri çekiyor hem de
dışarıya doğru püskürüyor.
6- Son
terör saldırıları göz önüne alındığında, terörizm değişti mi? Yeni bir
evredeyiz miyiz?
Terörizm
üzerinde çalışanlar bunu değişik safhalara ayırarak konuşuyorlar. İran İslam
Devrimi ile beraber terörizmin dördüncü dalgası olduğundan söz edenler var. Terörizmin
doğası değil ama karakteri değişiyor. Bu karakter değişimini zorlayan birkaç
faktör var. Bir tanesi teknoloji.
Teknoloji teröristlere hem iletişim, hem askeri, hem de sivil bir teknolojiyi
askeri amaçlarla kullanma açısından büyük bir kapasite kazandırıyor. DAEŞ
iletişim teknolojileri ve sosyal medyanın gücü ile neler ortaya
çıkarabileceğini gösterdi. İnternet üzerinden veya sosyal medya araçlarıyla
dünyanın herhangi bir yerinde, fiziki teması olmayan insanları bile zihinsel
olarak örgüte destek verebileceği bir noktaya getirdi. Aynı zamanda binlerce
kilometre uzakta olan insanları etkileyebilecek kapasitede bir propaganda aracı
hale dönüştürdü. Bunu yaparken de popüler kültürden son noktasına kadar
faydalandı. Kurbanların elbiselerinin renginden, tavır ve davranışlarına, onu
popüler kültürdeki sembollerle aktörlerle ve kişilerle birleştirerek fonlar
yaratması, bunu çok ucuz, değişken ve kendi etkinliğini anında içine
koyabileceği şekilde sanal dünyada yaydı. Bu da şunu gösterdi; zaten özünde
sembolik olan terörizm aslında bu sosyal medya ve teknoloji ile bir çarpan
etkisi yaratarak yeni kapasiteler kazandı. Bununla milyonlarca insanı etkiledi.
Kimisi küreselleşmenin ortaya çıkardığı fırsat alanlarını iyi kullandı; insan
hareketlerinden tutun da, fikir hareketlerinin, finansın, mal ve hizmetlerin
yer değiştirmesine kadar. Avrupa’da gittikçe artan Müslüman nüfus içerisinden
kendine yardım edebilecek insanlara ulaşmayı, oradaki mutsuzlukları,
uyumsuzlukları, dışlanmışlıkları ya da çatışmaları sömürebilecek bir ağı
geliştirebildi. Bütün bunlar terörizme aslında matematiksel olarak küçük ama
gittikçe çarpan etkisiyle asimetrik bir güç ve etki alanı açtı. Bu da herkesi
ürkütüyor.
Diğer bir
boyut da, DAEŞ’in terörizm piyasasına sunduğu en etkili araçlardan biri, en
eski ve bilindik araçlardan biri olmasına rağmen, canlı bomba meselesi. Bir
intihar hadisesi var, sosyal bir gerçeklik olarak. Ama bu intiharı terörist,
politik bir amaç ile birleştirerek başka insanları da cezalandıran, öldüren,
onun üzerinden kendi ideolojisini büyük kitlelere yayan bir yöntemin bu kadar
yaygın ve askeri amaçlarla kullanılmaya başlaması Batı gibi yaşamaya, hayata
önem veren ya da onu her şeyin temeline, merkezine oturtan bir kültür için bir
şok etkisi yarattı. Mevcut düşünce biçimimiz, kurumlarımız, kurallarımız ve
beklentilerimiz bu türden bir gelişmeye cevap veremiyoruz. Bu gelişmeler her
şeyi yeniden gözden geçirmemize zorluyor.
7- Madalyonun
öbür tarafından bakarsak, güvenlik kaygısı kişisel özgürlükleri kısıtlıyor. Bu
sefer demokrasinin temel taşları yara almıyor mu?
Bu alandaki
en önemli tartışmalardan birisi bu. Çünkü bu tür terörist meselelerle
uğraşıyorsanız ortaya iki temel sorun çıkıyor. Bunlardan bir tanesi terörizmi
bir yöntem olarak kullananların bu tür faaliyetlerinin önlenmesi daha fazla denetimi
gerektiriyor. Bu denetim bireylerin hareketlerinin, fikirlerin, mal, hizmet
veya finansın denetimini beraberinde getiriyor. Bu durumda, ani, hızlı, çabuk
karar alabilen bu terör örgütleri ile baş etmek isteyen devlet organizasyonunu,
yüzyıllar içerisinde büyük mücadeleler ile elde edilmiş özgürlükler ve
kişilerin şahsi alanlarına devlet organlarının girmesine engel olacak biçimde
geliştirilen mekanizmaları karşı karşıya getiriyor. Bir paradoks var burada.
Devlet yurttaşlarımı korumak için bunu yapmak zorundayım diyor. Bu salt gerçek
terörizmin önlenmesi için kullanılmış bir yetki gibi de algılanmıyor çünkü
bunun ortaya çıkardığı fırsat alanları kötü niyetlilerin ya da siyasi
otoritenin ya da o devlet adına gücü kullananlara da bir güç sağlıyor ve onların
bunu suistimal etme ihtimalleri her zaman var. Devlet gücü kullananların
mutlaka ve mutlaka denetlenmesi, kontrol edilmesi, kurallara bağlanması lazım.
Çünkü bu güç kendi politik devamlılıkları için suistimal edilebilir. Bu da yeni bir tartışma başlatıyor. Teröristler
tüm bunları bildiği için bu tartışmaların daha da alevlenmesi için ellerinden
gelen her şeyi yapıyorlar.
8- Bir
yazınızda PKK’nın toprak kontrolünden çok sosyal kontrol yani halkın gözünde
meşru otorite olabilmek için bir çatışma sürdürdüğünü söylemiştiniz. Uzun
yıllardır bitmeyen bu savaşta gelinen nokta nedir bugün?
Her terör
örgütünün bir gelişmişlik düzeyi ve politik hedefine göre geliştirdiği bazı
strateji ve taktikler var. PKK gibi bir örgüt son tahlilde etnik bir amaç için
bir devlet kurmak istiyor. O da doğal olarak devlete bir meydan okuyor. Bu
meydan okumada en önemli şey insanların kendisini meşru otorite görmesi. Zaten
bu olgunluk düzeyinin yeterince geliştiğine inandığı için bölgede bir otonomi
kurma iddiası ile ortaya çıkıp, bazı şehirleri tahkim ederek bu savunmaya geçtiğini söyledi. Bu devlet
otoritesine fiziki manada bir meydan okumadır. Yani insanları yeterince kontrol
ettiğine inanıp bunu fiziki bir kontrole dönüştürmeye çalıştı. Buradaki mesele
şu, PKK gibi örgütleri devlet ile karşılaştırdığınızda, devletler her zaman bu
örgütlerden meşruiyet alanında olsun, fiziki olarak, kapasite olsun güçlüdür. O
yüzden örgüt de ne kadar çok insanı kendi yanına çeker ,ikna eder ya da kendine
itaat ettirirse, kapasitesini o kadar arttıracaktır fiziki anlamda, insan
anlamında, meşruiyet anlamında. O yüzden PKK tarzındaki terör örgütleri, yani Soğuk
Savaş döneminden kalma klasik örgütler, bütün oyunu halkın kontrolü üzerine
kurar.
PKK Arap
Baharı’nın ortaya çıkardığı fırsat alanlarından istifade etmeye çalıştı. Şöyle
bir psikoloji geliştirmeye başladı; ‘Ben daha azına sahipken devlet benimle
masaya oturdu ve bana fırsatlar çıktı. Bir hamle daha yaptığımda daha fazlasını
elde edebilirim’ noktasına geldi. Öbür taraftan bu süreç hem dışardaki
gelişmeler, hem TR’nin içindeki gelişmeler nedeniyle, müzakereyi götüren devlet
ile PKK arasındaki makası açtı. 7 Haziran seçimlerinde hükümet kapasitesini
kaybederken PKK gücünü arttırdı ve bu onu heyecanlandırdı. Zaferi uzandığında
alabileceğini düşünerek harekete geçti. Dolayısıyla şimdi çatışmalar devam
ediyor ve bu bir süre daha devam edecek. Bunun sonunda her iki taraf için de
geleneksel manada kazan-kaybet noktasında bir zafer olmayacak. Taraflar büyük
ihtimalle talepler ve birbirlerine önerileri konusunda biraz geri adım atmaya
çalışacaklar. Bunun da nasıl sağlanacağını ancak önümüzdeki aylarda göreceğiz.
9- Barış
sürecinin yeniden başlamasını yakın bir zamanda bekliyor musunuz?
Bu hem Türkiye
içindeki dinamikler, hem de bölgesel dinamiklere bağlı bir gelişme. Dolayısıyla
kısa vadede olacağını sanmıyorum. PKK giriştiği bu çatışmalardan mutlaka bir
mesafe alması gerektiğine inanıyor çünkü öbür türlü gücünü kaybettiğini deklare
etmek zorunda kalacak. Bu bir örgüt için kötü bir durum. Hükümet açısından da
bu mücadeleye tutuştu ve bence bilgi kaynakları ‘başarmak üzereyiz’ tarzında
geliştiriyor ki bundan çok emin değilim yani onun anladığı manada bir başarı
söz konusu değil. Her iki tarafın çatışmayı sürdürerek kendi açısından sonucu
elde edecekleri inancı onu bir müddet daha götürecek gibi gözüküyor.
Karel Valansi, Kadir Has Üniversitesi'nin yayınladığı Panorama Dergisi sayı 21, Yaz 2016, sayfa 34-35.
Yorumlar