Dünyanın başlıca
sorunları sıralamak isterseniz hangilerini sayarsınız? Terör, ekonomi, mülteci
akını, nükleer silahlanma, aşırı sağın yükselişi, radikalleşme, çevresel sorunlar...
Bu listeye daha spesifik eklentiler de yapılabilir; AB için Brexit, Türkiye
için darbe girişimi, ABD, Fransa ve Almanya’da yaklaşan seçimler... Tüm bu sorunların
ağırlığı ve yarattığı karamsarlık hali Birleşmiş Millerler’deki konuşmalara da
yansımış durumda. BM Genel Kurulu’nda yapılan konuşmaları inceleyen Logos
Consulting Group’un verilerine göre G20 liderleri son iki yılda ‘korku’, ‘belirsizlik’,
‘risk’ ve ‘terör’ kelimelerini önceki yıllara nazaran yüzde 87 daha fazla
kullanmışlar. Bu da içinde bulunduğumuz dönemin özeti adeta.
Bu seneki
toplantılara damgasını vuran beklendiği gibi Suriye’deki savaş ve IŞİD oldu.
Önceki yılların ana yıldızı Arap-İsrail sorunu ise İsrail ile Filistin Yönetimi
lideri tarafından ele alındı ve dünyanın geri plana attığı bu yılların çözümsüz
sorununa dikkat çekmeye çalıştılar. Ne Netanyahu’nun ne de Abbas’ın
konuşmalarında bir yenilik vardı. Netanyahu’nun bomba karikatürü ve BM’nin tepkisizliğini
eleştirdiği 45 saniyelik sessizliği bile özlendi denilebilir.
Arap-İsrail sorununun arka
plana atılmasının ana sebebi her ülkenin oldukça büyük sorunlarla boğuşuyor
olması. Buna bir de birçok denemeye rağmen bir arpa boyu yol alamamanın verdiği
isteksizliği de eklemeli tabi. Bu konunun baş rolde olmaması ise ilginç bir
şekilde İsrail’e yarıyor. Çünkü İsrail, Filistin Yönetimi ile doğrudan
görüşmelerden yanayken, Abbas BM aracılığıyla tek taraflı diplomatik adımlar
sayesinde ‘Filistin Devleti’ni kurmaya çalışıyor. Dolayısıyla bu konu ne kadar
gündemde yer tutarsa o kadar ilerleyebiliyor Abbas. Barış masasına otursa bile
alınacak kararların tüm Filistinlileri bağlayacağından bile emin olmayan İsrail
ise statükoyu tercih ediyor, şu anki durum da buna yarıyor.
Arap-İsrail sorununun arka
plana atılmasının bir diğer sebebi ise İsrail’in son yıllarda başardığı
diplomatik atılım. Suriye savaşı ile birlikte kendini doğru konumlandıran
İsrail, bölgedeki karmaşadan ve güç savaşından kuvvetlenerek çıktı demek yanlış
olmaz. ABD bölge müttefiklerinin gözünde Suriye’deki çekimserliği, İran nükleer
anlaşması ve YPG ile işbirliği nedeniyle güvenirliliğini kaybettikçe, İsrail’in
yıldızı parladı. Ortadoğu’ya dönüşünü tamamlayan Rusya ile daha ilk günden
ilişkilerini yakın tutarken, Türkiye ile de normalleşme anlaşmasını tamamladı. Daha
önceleri Arap ülkeleri tarafından tanınması Filistinliler ile yapacağı barışa
bağlanan İsrail, Sünni ülkelerle ilişkilerini daha önce hiç olmadığı kadar iyileştirdi.
Hamas konusunda benzer sıkıntıları yaşayan Mısır’ın İsrail ile askeri işbirliği
bir yana, Suudi Arabistan’dan yetkililerin İsrail’i ziyaret edecekleri, basının
antisemitizm kampanyası başlatacağı birkaç sene önce hayal bile edilemezdi.
Filistin davasının daha az
göz ününde bulundurulmasının bir diğer sebebi ise ciddi bir Sünni-Şii bölünmesi
yaşayan bölgede Amerikan desteğiyle uluslararası sisteme geri dönen İran
karşısında Sünni ülkelerin yaptırım gücünün azalması. İran tehdidi Sünni Arap
ülkeler ile İsrail’in çıkarlarını birleştirirken, aynı zamanda daha önce Arap
tepkisinden çekinerek İsrail’den uzak durmaya çalışan kimi ülkelerin de bu
tabuyu yıkmalarını sağladı. Böylece Uzak Doğu ve Afrika ülkeleri için bir
teknoloji harikası olan İsrail, Suriye ile bağlantılı ülkeler için de
istihbarat ve askeri anlamda öncelikli ülke haline geldi. Tüm bunlara ek olarak
İsrail Doğu Akdeniz’de oyun kurucusu haline gelerek doğalgazdan elde ettiği bu
yeni gücünü diplomatik bir araç olarak başarıyla kullanmaya başladı. Bu gelişmeler,
tüm bu ülkelerin Filistin konusunda İsrail’in tezini destekleyecekleri anlamına
gelmiyor ancak bu sıkıntılı konuyu şimdilik ötelemelerini sağlıyor.
Atlantik’in öteki
yakasında ise statükonun devam edemeyeceğini belirten Obama’nın başkanlığının
son aylarında yeni bir hamleye hazırlandığı konuşuluyor; Filistin Devleti’ni tanımak.
Bu, dolaylı yoldan tanıyacağı bir ticaret anlaşmasıyla olabilir ya da sadece İsrail’in
değil, Filistin tarafının da pek hoşuna gitmeyecek bazı şartları dayatacağı
koşullu bir tanımayla gerçekleşebilir.
Her ne kadar ABD
iki devletli çözümü desteklediğini belirtse de bu konunun bir de iki parçalı
Filistin ayağı var; İsrail Devletini tanıyan El Fetih yönetimindeki Batı Şeria
ve daha önce imzalanan hiç bir anlaşmayı kabul etmeyen, İsrail’i haritadan
silmeye yeminli Hamas yönetimindeki Gazze. Filistinliler kendi aralarında bu
kadar bölünmüşken iki devletli çözümü öne sürmek pek de gerçekçi değil.
Hamas’ın seçimleri boykot etmeyip katılacağını ilan etmesiyle
kazanamayacağından endişe eden El Fetih’in bahane yaratıp ertelediği 8 Ekim
yerel seçimleri de iki tarafın uzlaşıdan ne kadar uzakta olduğunun son örneği.
Obama yakında
görevini bırakacak. Ancak tıpkı Netanyahu ve Abbas gibi bu sorun da yerli yerinde
kalacak. Bu konuya bir iş adamı gibi yaklaşan ve işine gelince ABD’nin İsrail’e
yaptığı 38 milyar dolarlık askeri yardımı yeren, yeri gelince ‘iyi bir yatırım’
diye öven, “Kudüs’ü İsrail’in başkenti kabul edeceğim,” diyen Donald Trump veya
tek taraflı BM kararlarına karşı olduğunu, İran konusunda İsrail ile ortaklaşa
çalışacağını ve BDS’ye karşı savaşacağını söyleyen Hillary Clinton ile ABD’de yeni
bir dönem başlayacak. Obama son hamlesini yapacak mı henüz belli değil. Ancak
vaatler uçar gider ve Ortadoğu, Amerikalı ve Avrupalı yeni liderlerle yepyeni
bir döneme girecek. Yeter ki gelen gideni aratmasın.
Yorumlar