Uygar
Özesmi’nin adını TEMA, Greenpeace, change.org’dan duymuş olabilirsiniz. Şu an
karşımıza yepyeni bir oluşumla, Good4Trust ile çıkıyor. Hedefi büyük. Doğayı,
hayvanları korumak istiyor ve bunun için de tüketim ekonomisinden mutluluk
veren türetim ekonomisine geçmemiz gerekiyor diyor. Hayatı boyunca süren bu
mücadelesini ve kuşlarla başlayan serüvenini konuştuk.
Almanya’da doktor olan babasının Erciyes
Üniversitesi’nin kuruluşu için çağırılmasıyla Kayseri’ye taşınırlar ailece. Ve
hikaye tam da orada, Sultan Sazlığı’nda başlar. Orası tam bir kuş cenneti, onun
da bir dürbünü ve kuş kitabı var. Kitaba bakarak kuşları teşhis etmeye
çalışırken, kuş merakı gittikçe artar. Nelerle beslenirler derken flamingolar
suda planktonları yediklerini öğrenir. Henüz 17 yaşında bu konuda ilk bilimsel
makalesini yayınlar. Ardından sudaki böcekleri keşfedip bu konuda çalışmaya
başlar. Türkiye için altı yeni tür keşfeder. Bu konuda da bilimsel makale yazar
ve her iki çalışması da Tübitak’dan ödül alır. Çevre Genel Müdürlüğü için
Sultan Sazlığı’ndaki kuşların durumu ile ilgili raporlar hazırlar. Lise
sondayken zamanın Cumhurbaşkanı Kenan Evren bölgeyi ziyarete gelir, kendisi de
mihmandarlığını yapar. O gün sırtına dokunan bir el ona danışmanlık teklif
eder. Bu elin sahibi Çevreden Sorumlu Devlet Bakanı Adnan Kahveci’den başkası
değildir. ODTÜ’de jeoloji mühendisliği okuduktan ve kendi deyimiyle yer küreyi
iyice öğrendikten sonra Fulbright bursu alıp çevre bilimleri sulak alanlar ve
kuşlar konusunda yüksek lisans yaptı. Akabinde MacArthur bursu alıp koruma
biyolojisi, kalkınma ve sosyal değişim konusunda Minnesota Üniversitesinde
doktorasını tamamlayıp Erciyes Üniversitesi’nde çevre mühendisliği bölümünü
kurmak üzere ülkeye döndü.
Lisede
iki bilimsel makale yazdın. Çevre bakanı da bunu fark edip ve açık görüşlü
davranıp, danışmanlık teklif etmiş. Şimdi çevre bakanlığının bu kadar ilgili ve
bilgili danışmanları var mı?
Bildiğim kadarıyla yok. Öyle bir yaklaşım
da görmüyoruz. Türkiye’nin çevre politikalarına baktığımız zaman ne kadar kötü
olduğunu söylemeye gerek yok. Şu anda Türkiye’nin bir çevre politikası olmadığı
gibi, Türkiye’de kalkınma adı altında -ki bunun kalkınma olduğu da tartışılır- bütün
doğal alanların adım adım yok edildiğini görüyoruz. Yollar, köprüler,
şehirleşme, sanayi tesisleri, konvansiyonel tarım... bütün bunlarla Türkiye’nin
doğası yok ediliyor.
Doktora sonrası Türkiye’ye dönme kararını
nasıl aldın?
İsveç’ten teklifler vardı ama Erciyes
Üniversitesi’nin teklifi benim için bir meydan okumaydı. Erciyes Üniversitesi
rektörü Mehmet Şahin “İsveç’te iğne ile kuyu kazıyacağına gel Türkiye’de koca
bozkırda at koştur, maharet çölde gül yetiştirmektir,” dedi. Ben de daha fazla
değişim yaratabilirim diyerek kabul ettim. Amacım temelde çevre bilimlerini
Türkiye’ye yerleştirmekti. Amacım multidisipliner sürdürülebilir kalkınma ve
sivil toplum yüksek lisans programı kurmaktı. YÖK’ten gerekçesiz bir ret geldi.
Fakat farklı birçok güzel projeler gerçekleştirdik. Verimli bir 5 yıl geçirdim.
O sırada Doğa derneğinin kuruluşunu yaptım. Daha sonra 2 sene boyunca Birleşmiş
Milletler Kalkınma Programına bağlı küresel çevre fonunda uluslararası sular,
toprak bozulması, kalıcı organik kirleticiler konusunda çevre uzmanı olarak çalıştım. Orada
çalışırken TEMA vakfının kurucularından Nihat Gökyiğit New York’a gelip beni TEMA’yı
yönetmeye ikna etti. İki yıl TEMA vakfı genel müdürlüğünü yaptım.
Ağaç sertifikasını TEMA ile duydum ilk
onlar mı başlattı?
Evet ilk TEMA başlattı, ÇEKÜL’ün de vardı
böyle bir programı. Ağaç dikme bağışı yaparak hem TEMA’ya destek veriyorsunuz, hem
de bir ağacınız oluyor. TEMA’nın önemli gelir kaynaklarından biri bu. Çok
destek gördü.
Bu bağışlar gerçekten bir ağaca dönüşüyor
muydu? Ağaçlarım var mı yani?
Tabi dönüşmez olur mu, mutlaka. Her
ağacın bir hesabı var, takibi yapılıyor. Değişik ağaçlandırma bölgeleri var,
oralarda sizin adınıza fidanlar dikiliyor. Hatta seçebiliyorsunuz da. Bana
konuşmalarımda plaket verdiklerinde “çevreci bir adamım, ziyan ediyorsunuz
bunları. Bunun yerine TEMA’ya ağaç, fidan dikin ve o fidan sertifikasını verin,”
diyorum. Artık yapıyorlar.
Daha
sonra Greenpeace’e geçtin. Greenpeace’in genelde negatif bir algısı var. Sanki
her şeye burnunu sokan, engelleyen, zarar veren, devlet politikalarına karşı
gelmeye çalışan bir görüntüsü var. Öyle mi?
Greenpeace 1971’de ABD’nin yapmış olduğu
nükleer denemelere karşı farklı ülkelerden kişilerin bir küçük gemiye atlayıp “biz
bunu durduracağız,” diye yola çıkması ile kurulan Kanada menşeili bir örgüt. Gerçekten
de denemeler iptal ediliyor. Nükleer deneme ve silahlanmaya karşı yürüttükleri
kampanyalara ağırlık veriyor. Daha sonra da balina avcılığına yönelik kampanyalarla
kendini belli ediyor ve tüm dünyaya yayılmaya başlıyor. Greenpeace’in ana
değerlerinden bir tanesi suça tanıklık etmek. Çevre suçlarına insan olarak
tanıklık ettiğinizde bu suçların azaldığını görüyoruz. Bu sosyolojik deneylerle
de kanıtlandı. Non violent direct action
yani şiddetsiz doğrudan eylem taktiğini izleyen bir kuruluş.
Bağımsız olmak zorunda bu durumda. Greenpeace’in
gemileri var. Fonlarını nereden buluyor?
Klasik Greenpeace diyebileceğimiz
eylemler suçu engellemeye ve suça tanıklık etmeye yöneliktir. Toplumun
vicdanıdır ve bu şekilde hareket ederken hiç bir uluslararası şirketten,
kuruluştan para almaz. Tamamen bireylerin yapmış olduğu 20-30 liralık küçük
desteklerle ayakta. Aktif olduğu her ülkede yüz binlerce destekçisi var. O yüz
binlercenin verdiği küçük paralarla kampanya ve eylemlerini sürdürür.
Greenpeace Türkiye’nin başarılı olan
hangi kampanyaları oldu?
Mesela “seninki kaç santim” kampanyası
vardı. TR’de balık avcılığındaki boy tahditlerinin büyütülmesine, yavru
balıkların avlanmamasına yönelik bir kampanyaydı. Bunu toplumsal olarak 825 bin
kişi imzaladı, yani ses çıkardı bu kampanya sayesinde. Bakanlıklara bu imzalar
teslim edildi. Buna ilişkin medyada çalışmalar yapıldı ve doğrudan eylemler
yapıldı. Tüm bu toplumsal hareketin sonucunda boy tahditleri büyütüldü. “Yemezler
kampanyası” vardı. GDO’lu gıdaların ithalatına yönelik başvuruların geri
çekilmesine yönelik. Başarılı oldu. İçecek ve gıda sanayi federasyonu
başvurularını geri çekti. 365 bin imza toplanmıştı.
Başarısız olan? Daha doğrusu süren
kampanyalar var mı?
Nükleer enerjiye karşı olan kampanya.
Türkiye’de nükleer santrallerin bugüne kadar yapılamamasının nedenlerinden bir
tanesi de Greenpeace’in nükleer enerjiye karşı yürütmüş olduğu kampanyadır. Çernobil
ve Fukişima’da bunun dünyaya ne kadar büyük zarar verdiğini, ne kadar tehlikeli,
üstelik pahalı ve kirli olduğu görüldü. Nükleer atıklar on binlerce yıl
bozulmadan kalıyor ve biz onları ne yapacağımızı bilemiyoruz, önlemimiz de yok.
Bu konuda süren bir mücadele var. Greenpeace olumlu kampanyalar da yapıyor.
Mesela Rainbow Warrior 3 gemisi buradaydı. Bodrum-İstanbul arasında bir milyon
çatıya güneş enerjisi kurulması konusunda öncü oldu. Nükleer enerjisine hayır
derken alternatifini de sunuyor.
Greenpeace’deki imza kampanyaları
change.org ile daha farklı bir boyuta geçti...
Halkın kendi değişimini yaratması için
kendisinin harekete geçmesi gerekiyor. STK’lar her soruna yetişemez. Onun
üzerine change.org’u türkiye’ye getirdim eylül 2012’de. Serdar Pakdin, Zennube
Ezgikaya ekibime katıldı. 4 yıl içerisinde 6,5 milyonu aktif, toplam 9 milyon
kullanıcısı olan bir platforma ulaştı. Türkiye’de her 4 internet
kullanıcısından bir tanesi change.org’da aktif olmuş. Artık sokaktaki herkes,
her kim olursa olsun imza kampanyası başlatarak bir konuda ses çıkarabiliyor, insanları
örgütleyebiliyor ve istediğini elde etmek, toplumsal değişimi sağlamak için harekete
geçiyor.
Herhangi biri, herhangi bir konuda
kampanya başlatabiliyor mu? Bu konuda bir kontrol var mı?
YouTube, Twitter gibi açık bir platform.
Her kim olursan ol, neye inanırsan inan, hangi ideolojiye sahip olursan ol,
nerede olursan ol, kampanya başlatabilirsin. Hiçbir kısıtlama yok. Bir şeyin
doğru olup olmadığına atılan imzalar karar veriyor. Bunu biz beğenmeyebiliriz,
yanlış bulabiliriz ama o insanlar buna inandıkları için bunu söylemeye ve bu
kampanyayı başlatma hakkına sahipler. Kanunlara aykırı, şiddete özendirici,
nefret söylemi içeren kampanyalar açarsanız o kampanyaları kaldırma hakkına
sahibiz.
Doğrudan nefret söylemi varsa
kapatabiliyoruz, ama bir şeye karşı olabilirsiniz. Mesela Zorlu’da Boston Gey
Korosu’nun iptaline yönelik kampanya vardı. “Ramazan ayında TR’de konser vermesini
bizim değerlerimize uygun bulmuyoruz,” diyordu. Eşcinsel haklarına duyarlı
kişileri rahatsız eden bir kampanya ama doğrudan bir nefret söylemi yok. Şöyle
düşünmek lazım. Bu kampanya çıktığı zaman bir tartışma da doğuyor. Bunu
tartışmayıp içine atıp, toplumsallaşmazsa ileride daha büyük sorunlara neden
oluyor. Uzun vadede bunun olumlu etki ettiğini görüyoruz. Bunları baskılamak
yerine belirli sınırlar içerisinde var olmasına izin vermek gerekiyor.
Kampanyada gey olmak ahlaksızdır ve konserden çıkanları basalım denseydi
kapatılırdı tabi ki.
Şimdi de apayrı bir yenilikle
karşımızdasın, iyilikleri paylaşmak... Good4Trust
Biraz
militarist olsa da çok doğru bir söylem vardır; “Muharebeleri kazanıyoruz ama savaşı
kaybediyoruz.” Kampanyalarda başarılı olsak da, balıkçılık yasalarını
düzenlesek, GDO’lu gıdaların girmesini engellesek de halen dünyada biyolojik
çeşitlilik azalıyor, tatlı su (temiz suya ulaşım) krizi var, küresel iklim
değişikliği, sera gazı salımları artarak devam ediyor, doğa yok ediliyor. Hala
denizlerimizin içi boşaltılıyor, milyonlarca hayvan insan gıdası için
katlediliyor. Şu an dünyada insan ve insanların hayvanların (inek, keçi, kedi,
köpek, kanarya), yabani hayvanlara (kartal, fare, zürafa) oranı %98’e %2. Bu
rakam bile dünyanın ne kadar kötü durumda olduğunu gösteriyor. Biz bu durumu iyileştirmek
için ne kadar çabalarsak çabalayalım, yok oluşu, dünyayı işgal ettiğimizi
gösteriyor. Daha köklü bir mücadele gerekiyor.
Bu sorunun çözümünü nerede buldun?
Tüm bu sorunların ana temelinin ekonomi
olduğunu görüyorsunuz. Kar maksimizosyanına, tüketime dayalı, maliyetlerde doğa
ve insana zararların dışsallaştırıldığı, gitgide büyüyüp yok eden bir ekonomi
olduğunu görüyoruz. Eğer bir şeyleri gerçekten değiştirmek istiyorsak yapmamız
gereken şey ekonomiyi değiştirmek. 1990’larda Karmaşıklık teorisi ortaya çıktı.
Bir sistemin içerisindeki yeterli sayıdaki birey belirli çok basit kuralları
topluca ve aynı şekilde uygularsa sistem ona evrilir, der bu kuram. Bu bize
umut veriyor. Bunun yaratacağı farkı algıladıktan sonra yeni bir oluşum kurmaya
karar verdim. Bütün toplumlarda temel bir ahlak kuralı vardır, barışın da
temeli olan bu altın kural; “kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapma.”
Bu kadar basit. Şayet herkes buna uyar, kendisine yapılmasını istemediğini
başkasına ve doğaya yapmazsa, işte o zaman dünya değişir. Good4Trust’da yapma
üzerine kurulan bu kuralı evriltip aktif hale getirirdik; “sana nasıl
davranılmasını istiyorsan öyle davran,” “sana yapılmasını istediklerini
başkasına yap ama önce sor.”
Siteyi
inceledim, herkes yaptığı iyilikleri paylaşıyor. Bizde bir söz vardır, “iyilik
yap denize at,” diye. Bununla çelişmiyor mu, yaptığın özellikle maddi yardımları
bu şekilde ifşa etmek?
Geçmişte, küçük toplumlarda, birisi
iyilik yaptığı zaman ve bunu açık bir biçimde ortaya koyduğu zaman bu kibir
sayılırdı. Bu nedenle toplumsal olarak iyiliklerin gizli yapılması kibrin önüne
geçilmesi için bir mekanizma olarak söylenirdi. Fakat günümüzde insanlar
yaptıkları kötülüklerle övülüyorlar. Verdikleri zararla, kimi nasıl
kandırdığıyla, topluma zarar vererek oluşturdukları zenginlikleriyle, malları
mülkleriyle övülüyorlar ve övünüyorlar. Oysa iyilikler hala gizli yapılıyor. O
zaman da iyilikler iyice küçülüyor, görünmez oluyor. Yapmamız gereken, gerçek
kibre karşı iyilik ve güzellikleri ortaya koyup onları görünür kılmak ve
büyümesini sağlamak. Artık kurallar değişti yaptığın iyiliği söyleyeceksin ki
başkaları da görsün, ilham alsın ve o da yapsın. İyiliklerin toplumsal bir
itibar kaynağı olmasına çabalıyoruz.
Good4Trust’ın
bir de dükkanı var. Sipariş Sepeti yerine Bez Torbasını görünce ekonomiyi
dönüştürmek için olduğunu anladım hemen...
Aynen öyle. Oradaki mantık şu. Senin
verdiğin gönüllü zaman da bir iyiliktir, birisine bağış yapman da iyiliktir,
eşyalarını paylaşman da. Ama en dönüştürücü iyilik kendi ihtiyaçlarını ekolojik
ve sosyal açıdan adil olan ürün ve hizmetlerle karşılamandır. Çünkü o zaman sen
toplumsal bir süreci, mekanizmayı desteklemiş oluyorsun ve böyle bir ekonominin
büyümesini sağlıyorsun. Burada satılan ürünler üretilirken insan, hayvan, doğa
haklarına saygılı olmaya özen gösteriliyor. İnsanlar toplumda var olan bu
sistemden son derece rahatsızlar. Burası bir sığınak oluyor. İyilik dolu bir
dünyaya ve güven temelli bir ticaret sisteminin içine giriyorsun. Şeffaflık
içerisinde tüm üretimin bilgilerine erişebiliyorsun. Doğa ve insana zarar
vermeyen bir ürünü almanın vicdani rahatlığını da hissediyorsun.
Kişisel
bir soru, insanın seçimlerinde temel bir sıkıntı, bir dert vardır. Sen tüm
bunların içine nasıl girdin?
Benim derdim kuşları korumak. Sultan
Sazlığı’nda flamingolar havalandığında gökyüzü pembe, siyah, beyaz bir şölen
haline geliyordu. Kuşların sesinden yanındaki arkadaşının sesini duyamıyordun.
Olağanüstü bir güzellik. Sonra Sultan Sazlığı’na bu sulama projelerinden sonra,
kuruduğunda gittim. Tozun içerisinde sadece bir flamingo tüyü görebildim, başka
hiç bir şey kalmamıştı. Biz dünyayı, dünyanın güzelliklerini, dünyayı
paylaştığımız bütün bu canlıları yok ediyoruz. Bunu engellememiz lazım. Hem
doğa ile ilişkimizi düzeltmemiz gerekiyor, hem de doğanın zenginliğini, o inanılmaz
çeşitliliği, büyülü dünyasını korumamız gerekiyor. Bunun için mücadele ediyorum.
Her yolu denedim. Bilimle düzeltmeye çalıştım, öğrenci yetiştirerek, sivil
toplumda mücadele ederek, online aktivizmle dönüştürmeye çalıştım, eninde
sonunda geldiğim nokta ekonomiyi düzeltmemiz gerektiği. Onun için yapmamız
gereken şey mevcut kar maksimizasyonu ve tüketim ekonomisini bir mutluluk
maksimizasyonu ve türetim ekonomisine dönüştürmek. Ancak böyle dünya bambaşka
bir yer olur.
Karel Valansi, Şalom Dergi Kasım 2016
Yorumlar