İsrail’in yıllanmış Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun, ABD Başkanı Barack Obama ile kişisel anlaşmazlığı tartışma kabul etmeyen bir gerçek. Bu durumu en iyi özetleyen ise, 2011 yılında G20 zirvesi sırasında mikrofonların açık olduğunu unutan Obama’nın, Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’ye dert yanan sözleriydi. Dönemin en heyecan verici dedikodusuna kulak misafiri olan gazeteciler, Sarkozy’nin “Netanyahu’yu daha fazla görmeye dayanamıyorum, tam bir yalancı” demesini, Obama’nın ise, “Sen ondan bıktın, bense onunla her gün konuşmak zorundayım,” yanıtını vermesini şaşkınlıkla dinlemişlerdi. Tüm bu kişisel çatışmaya rağmen Obama, İsrail ile Filistinliler arasında barış sağlanabileceğine inanıyordu ve bunun için tüm yetkiyi Dışişleri Bakanı Kerry’ye vermişti. Ancak asıl sorun hiç bir tarafın bu konuda Kerry kadar heyecanlı ve istekli olmamasıydı.
Başkanlığının son günlerini yaşayan Obama ile yıldızı bir türlü barışamayan Netanyahu’nun ise başı -İsrail’de bir çok liderin siyasi hayatını kaydıran- rüşvet davası ile belada. Geçtiğimiz hafta iki defa sorgulanan Netanyahu’nun bir medya devine kendisini seçimlerde desteklemesi karşılığında teklif ettiği anlaşma konuşuluyor bugünlerde.
ABD yeni başkanını karşılamaya hazırlanırken, Netanyahu tarafından bir kurtarıcı gibi algılanan Donald Trump göreve başladığında İsrail ile ilişkiler nasıl bir seyir izleyecek ve en önemlisi Amerikan elçiliğini Kudüs’e taşıma konusundaki sözünü tutacak mı, merakla bekleniyor. Tabi bir de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) kararlarına karşı nasıl bir strateji izleyeceği.
Son dönemlerde Orta Doğu’da geleneksel devlet düzeni bozulup, devlet dışı aktörler cirit atarken, bölgenin en önemli başlıkları hiç kuşkusuz Suriye ve IŞİD. Önceki yılların ana yıldızı Arap-İsrail sorunu ise sıralamada bir hayli gerilere itildi. BMGK’nin aldığı yerleşimlerle ilgili bağlayıcı olmayan kararı ve pek ilgi görmeyen 15 Ocak’taki Paris Konferansı da olmasa bu sorun rafta tozlanıp gidecek.
Bu konunun arka plana itilmesinin ana sebebi, tüm ülkelerin tahminlerinin üstünde büyüklükteki sorunlarla boğuşması. Üstelik kimsede Filistin sorununun çözüleceğine dair bir umut yok.Görüşmelerin başlaması için bile hep aynı noktadayız. İsrail, Filistin Yönetimi ile doğrudan ve önkoşulsuz görüşmelerden yanayken, Abbas BM aracılığıyla tek taraflı diplomatik adımlar sayesinde ‘Filistin Devleti’ni kurmaya çalışıyor. Öte yandan barış masasına otursalar bile alınacak kararların tüm Filistinlileri bağlayacağından bile emin olmayan İsrail statükoyu tercih ediyor.
Geçtiğimiz haftalarda İsrail Dışişleri bakanlığının düzenlediği ve birçok farklı ülkeden gazetecilerin davet edildiği bir basın zirvesine katıldım. Oldukça detaylı hazırlanan programda İsrail’i her yönü ile tanıtan toplantılar ve geziler vardı. Dikkatimi çeken, Arap gazetecilerin İsrail’de görev yaparken karşılaştıkları sorunları bile irdeleyen bir panel olmasına rağmen, Filistinlilerle barış veya iki devletli çözüm konuları es geçilmişti. Evet, değişen tehdit algıları bölgede yeni ittifaklara yol açmıştı ve İsrail de bunları kendi lehine kullanmayı başarmıştı ancak Filistin konusunu nerdeyse yok saymak ne kadar doğruydu?
Dışişleri Bakanlığı ziyaretimizde bizi Başbakan Binyamin Netanyahu karşıladı ve kendi İsrail’ini anlattı bizlere. “İsrail yalnız değil,” dedi. Ekrana yansıttığı dünya haritasında İsrail ile dost olan ülkeler sıralanıyordu. Yeşiller en yakınlar, bunda ilk sırayı ABD alıyordu. Maviler ise ikinci sırada, Türkiye bu gruba dahil edilmişti. İsrail’in teknoloji, tıp alanlarındaki başarılarından bahsetti. İsrail’in ineklerinin İsviçre ineklerinden daha çok süt verdiğini bile anlattı. İsrail yalnız değildi çünkü yılda 250 yabancı liderle bir araya geliyordu. Bu da yaklaşık bir yıldaki tüm iş günlerine denk geliyordu. High-tech ve siber güvenlik konusunda öncü olduklarını söylerken, Orta Doğu ülkelerinin küresel terör karşısında İsrail’i müttefik gördüğünün altını çiziyordu.
Netanyahu haksız mı? Daha önceleri Arap ülkeleri tarafından tanınması Filistinlilerle yapacağı barışa bağlanan İsrail, Sünni ülkelerle ilişkilerini daha önce hiç olmadığı kadar iyileştirdi. İran tehdidi, Arap ülkeleriyle İsrail’in çıkarlarını birleştirirken, aynı zamanda Arap tepkisinden çekinerek İsrail’e mesafeli duran ülkeleri de yakınlaştırdı. Ancak bu durum, bu ülkelerin Filistin konusunda İsrail’in tezini destekleyecekleri anlamına gelmiyor. Sürekli halı altına süpürerek sorunun yok olacağı anlamına da gelmiyor. Bu ittifaklar zinciri, bu sıkıntılı konunun gündemden ötelenmesini sağlıyor ancak.
Ta ki Obama gider ayak Trump’ın dış politikada elini kolunu bağlayacak kararlar almasına kadar. BMGK’de yerleşimler konusunda çekimser oy kullanması mesela. Eğer gerçekten bunun çözüm getireceğini düşünüyorsa neden koskoca sekiz yıl bekledi, niye şimdi? ABD’nin BM elçisinin bu konudaki açıklaması ise, kendi söyledikleriyle bile çelişiyordu. Sınır dışı edilen diplomatlar konusunda ise Rusya Obama’nın tuzağına düşmedi ve Trump ile sıkıntılı bir başlangıç yapmamak için beklemeyi tercih etti.
Filistin sorununa geri dönersek, Netanyahu iki devletli çözümü desteklediğini söyleyip doğrudan görüşmelere bel bağladığına göre İsrailli diğer liderler bu konuda nasıl düşünüyor derseniz, Naftali Bennett’e göre Filistinliler zaten bir devlete sahip; Gazze ve orada neler yaptıkları belli. Şu anki kamuoyu yoklamalarına göre bir sonraki başbakan seçilmesi muhtemel Yair Lapid’e göre ise iki devletli çözüm olabilecek tek çözüm ve eğer iki devletli çözüme ulaşılamazsa İsrail Devleti’nin Yahudi devleti olarak özelliği kaybolur. Oslo’dan beri düzenlenen görüşmelerden hiç bir sonuç çıkmadığına göre bu konuda yeni bir yaklaşım benimsenmeli diyen Lapid, konu ile ilgili Türkiye’nin de katılacağı bölgesel bir konferans düzenlenmesi gerektiğini düşünüyor.
Bu çözümsüzlüğün ardında İsrail’in demografik değişimini de incelemek gerek. İsrail eskiden laik çoğunluk ve dindar azınlıktan oluşurdu. Artık nüfus ultra-Ortodokslar, laikler, milliyetçi dindarlar ve Araplar olarak ayrılıyor. Netanyahu’nun kurduğu koalisyonlara baktığımızda dindar ve sağcıları görüyoruz. Yerleşimlerde yaşayanlara baktığımızda yine aynı grup karşımıza çıkıyor. Amerikan Yahudileri ile İsrail arasındaki sorunun kökenine indiğimizde, tüm Yahudiler için kutsal olan Kotel (Ağlama Duvarı) konusunda, liberal Amerikalılar ile, devletin desteğiyle dikte edilen Ortodoks dini kuralların çatışmasıyla karşılaşıyoruz.
İsrail gittikçe sağa kayarken, Filistinliler bölünmüş, terör saldırıları sürerken, bölge ülkeleri kendi hayati dertlerine dalmış, kimse gerçek anlamda barışı sağlamak için uğraşmak istemediğinde, barışa olan inanç her geçen gün görerek kanıksadığımız şiddet ve kötülükle gölgelendiğinde, bu konuda o cesur adımların atılacağını beklemek gerçekten çok zor.
Karel Valansi, T24, 12 Ocak 2017
Yorumlar