Eski Erbil Başkonsolosu olan ve Gazete Duvar’daki yazıları, Medyascope’taki yorumları, ArtıTV’de benim de birçok kez katıldığım programlarıyla tanıdığımız değerli meslektaşım Aydın Selcen bu hafta Şalom sayfalarına yeni kitabı ile konuk oluyor. Kendisiyle ‘Gözden Irakta’ kitabının yanı sıra Türkiye’nin dış politikasını ve diplomasi anlayışındaki değişimi konuştuk
Kitabın ismiyle başlayalım… İsim babasının Ruşen Çakır olduğunu biliyorum. ‘Gözden Irakta’ ismi farklı anlamlar barındırmasıyla dikkat çekiyor…
Bir ikilik olsun istiyordum isimde. Kitap iki bölümden oluşuyor; başı yoğun olarak Irak anıları. Ankara’dan Irak, Vaşington’dan Irak ve Erbil. İkinci bölümü ise hem kurgu, hem ben olduğum belli olan hayali bir karakter üzerinden anlatıyorum. İki bölümü okuyan “Acaba hepsi mi uydurma, yahut hepsi mi gerçek?” diye düşünsün istedim. Yanıt vermeye çalışmaktan ziyade okuyucu soru sorsun istedim. Bir de “Bu taraftan da bakılabilir mi?” “Benim bildiklerim yanlış olabilir mi?” diye düşünsün istedim. Kapakta da aynı ikilik var. Aslı Gönen’in fotoğrafı karanlıktan aydınlığa çıkan biri gibi de düşünülebilir, sırtından gördüğümüz yüzünü göremediğimiz biri gibi de, bir şeyleri geride bırakıp yoluna devam eden biri gibi de. Ruşen sağ olsun buldu ismi ve çok beğenildi. Hem Irak ile ilgili, hem de ırak, uzak anlamında. Tek endişem okuyucuyu kandırmış olmayayım, sadece Irak anılarım beklemesin bu kitabı aldığında.
Kitabın yapısı da çok farklı. İlk bölümde tecrübelerini aktarırken, ikinci bölümde hayali bir kahramanın başından geçenleri takip ediyoruz. Gündüz Gerçeker adlı bu karakterin sen olduğundan tam emin olduğumuz noktada bu karaktere mümkün olamayacak şeyler yaptırıyorsun…
Deneyimlerimi birinci tekil şahısla anlattım. Bir bacak gibi düşünürsek, bunlar uyluk kemiğini oluşturdular. Gazete Duvar’dan seçtiğim konu ile ilgili yazılar dizi yani eklem yerini, aradaki Gerçeker anıları kaval kemiğini en sondaki tümüyle kurmaca öyküler ise kitabın üzerine bastığı ayağı oluşturuyor. Son bölüm, yazar olarak bundan sonra ne yapmak istediğimi de anlatıyor. Distopik hatta apokaliptik bir takım öyküler üzerinde çalışıyorum. Kitabımı okuyan biri, adını hatırlayamıyorum beni bağışlasın, çok doğru bir şey söyledi edebiyat anlayışıma dair: “Düşüncelerden ve duygulardan çok betimleme var. Sanki bir film senaryosu gibi.” Gerçekten öyle. Bulunduğu yere bir kameradan bakar gibi yazmaya çalıştım.
Bundan sonraki projen nedir?
Benimle çalışacak bir çizer olsa, öykülerimi bir çizgi roman haline getirmek isterim. Hayal ama Goscinny ve Uderzo gibi uzun yıllar bir ikili olup birlikte çalışalım, Gündüz Gerçeker dizisi yapalım isterim. Türkiye’de kolay değil ama hiç olmayacak demek de değil. Zaman, maddi kaynak, emek, yetenek ve uyum önemli. Kendim çizebilseydim keşke, bambaşka bir şey olurdu.
Kitabında Dışişleri’nden neden ayrıldığın sorusuna cevap bulmak istiyordum; buldum…
Kitapta tüm ayrıntılarıyla anlattım bir daha bu konu açılmasın diye. Fakat çok ilginç, ne yaparsam yapayım, insanlar neye inanmak istiyorsa ona inanmaya devam ediyor. İlk defa senden duyuyorum “aslını öğrendim mutlu oldum” diyeni. “Bu adam büyükelçi yapılmadı o yüzden istifa etti.” Sorunun tek cümlelik yanıtı bu. Yani Erbil’den doğrudan beni büyükelçi yapmıyorsanız, “Gel Ankara’ya birkaç sene otur, sonra bakarız” diyorsanız bunu hakaret kabul ediyorum. Gerisi bunun ayrıntısıdır. Değer verdiğim bir başka akademisyen okurum, “Neden tek sen istifa etmişsin asıl bunun sorgulanması lazım” dedi. Niye hariciyeden kimse istifa etmez? Tek tük, binde birdir istifalar.
Çok içten yazmışın. Hiç beklemediğim konulara da girmişsin; babanla ilişkini, Galatasaray aşkını anlatmışsın. Şunu soracağım sana; bu kitabı yazarak bir sayfayı tamamen kapatıp yeni, beyaz bir sayfaya mı geçmek istedin?
Nasıl yazar olurum diye soranlara Hemingway’in bir cevabı vardır, “Tavsiyem aklınızdaki en gerçek cümleyi yazarak başlayın,” der. Ben de böyle olması gerektiğini düşünüyorum. Eğer cüretin yoksa soyunacak, yazma. Bu kitabın bir demlenme süreci vardı. Ayrılır ayrılmaz öfke ile yazılmış bir kitap değil. Kitabı yazmayı bitirip teslim ettiğim zaman gerçekten o dediğin oldu. İstifa edeli 5-6 sene olmuş ama bir mahsuplaşma gibi bu. Konu kapandı, bu dava bitti hissini verdi bana. Büyük bir rahatlama oldu ve beni iyileştirdi gerçekten.
Irak ve Kürt konusu hâlâ hayatının ortasında. Sen mi onu seçtin o mu seni çağırdı?
Çok kişi beni Kürt sanır. Kürt değilim, olsam da fark etmez. Üniversitede ve bakanlığa girdiğim ilk yıllarda bu konuyu takip etmiyorum sanıyordum. Ancak Ankara’daki evimi boşalttığım zaman Cumhuriyet gazetesinden özellikle Celal Başlangıç’ın Güneydoğu’ya gidip yazdığı yazıları kesip dosyalar halinde sakladığımı gördüm. O zaman hatırladım Kürt meselesine üniversite yıllarından beri bir ilgim olduğunu. 1997-2000 arasında Stockholm’de görev aldım. İsveç insan hakları konusunda hassas bir ülke. Kürt diasporasının hatta PKK ilintili diasporanın çok yoğun olduğu bir yer olduğu için sürekli bize insan hakları konusunda sorular gelirdi. Ankara’ya yazıp, ilettiğimiz resmi cevaplar beni de ikna etmiyordu. Görevim sırasında ise Irak’a gitmeyi ben seçtim. Hele Erbil’e gidişim kesinlikle Kürt konusunda çalışmak içindi, bu fırsat kaçmasın istedim. Türkiye’de siyasi irade de o yöndeydi. Ama rüzgâr döndüğü zaman alttaki memura yapacak bir şey kalmıyor.
AKP’nin ilk dönemi ile ilgili olumlu anlamda değişim beklentinden bahsediyorsun…
AKP iktidara geldiğinde İslamcı bir iktidardan ziyade merkez sağ gördüm. Merkez çoğunluğa sahip ve dediğini yaptırabilecek, sivil-asker, sivil-bürokrat dengesini değiştirebilecek, AB’ye yönelik yargı reformuyla ilgili adımlar atan, ekonomide devleti küçülten bir yaklaşım gözetiyordu, bunları destekledik. Lafı dönüp dolaştırıp Kürt meselesine getiririm çünkü o çözülünce her şeyin çözüleceğine inanıyorum. Oslo süreci de asıl barış süreci dediğimiz süreç de dönemin Başbakanı Erdoğan zamanında oldu. Daha öncekiler bürokratik süreçlerdi. Siyasi iradeyi bu işin içine koyan Erdoğan’dı. Günahıyla sevabıyla Erdoğan denedi ama olmadı. Bunu görmezden gelemeyiz. “Erdoğan samimi mi” sorusuyla özellikle Vaşington’da çok karşılaştım. Bana göre ayağı yere basmayan bir soru. Vizyon diye sorulursa kabul edebilirim. Kemal Atatürk’ü beğenmeyen olabilir. Fakat Kemal Atatürk’ün vizyoner olduğu dolayısıyla bir mimar olduğu, kurucu olduğu yadsınamaz. AKP’nin bu döneminde ise vizyonerlikten söz edemeyiz, mimariden ziyade hafriyatla uğraştıklarını ifade edebiliriz.
Kitapta dışişleri – ordu – siyaset - istihbarat arasındaki rekabeti anlattığın bölüm çok ilgimi çekti…
Kitabın çok temel bir teması. Öyle adlandırmasam dahi vesayet rejimiyle anlatılmak istenilen nedir onu anlatmaya çalıştım. AKP ve Erdoğan’ın gelişiyle değişmedi, zaten böyle bir yapı var. Eskiden iktidar sürekli değiştiği için memurun siyasi bir arkası olamazdı. Şimdiki durum ise yine vahim.
Bir diplomatın nasıl olması gerektiğini anlattığın bir bölümü çok beğendiğim. Oradaki Davutoğlu eleştirin de çok yerinde; yüzünü madem Ortadoğu’ya çevirdin o sürede Arapçaya hakim eleman neden yetiştirmedin. Dışişleri’nin ana sorunu nedir sana göre ve ne yapılması gerekir?
20 yıl geçirdiğim Dışişleri’nde az çok neler yapılması gerektiğini biliyorum. Türkiye’nin bir birikimi, devlet ve hariciye geleneği var. Bu geleneğe bir bak ve özümse. Sonra listeyi çok genişletmeden büyük devletlere bak, onlar neler yapıyor. Fransa, İngiltere, Rusya, Almanya, ABD’de işin ABC’sine bak. Giriş sınavları nasıl yapılıyor, atamalar nasıl yapılıyor, büyükelçilik açma/kapatma neye göre yapılıyor, dış politika yapım süreci nasıl işliyor. Sonra bir denetim firması gibi kendine bak. Önceliklerini belirleyip dış politikada ne yapmak istediğini bul ve ona göre değiştir bunları. Bir diğer önemli konu, çalışanlarının mutlu olması için uğraş. Dışişlerinde bana sorarsan hep mutsuzluk hâkim. Dışişlerinde rahmetli Özal’ın tabiriyle “transformasyon” mümkün. Bütün devlet teşkilatında da mümkün. Dil meselesi ise sadece Arapça değil, Rusça, Yunanca, hatta Almancaya hâkim kişiler eksik. Bir de bugün Mısır, İsrail, Suriye ile konuşmuyorsun. Konuşmayınca diplomat nasıl diplomatlık yapsın?
Liderlerin öne çıktığı bu dönemde büyükelçilikler, diplomatlar ne kadar gerekli?
İsrail güzel bir örnek bu yönüyle. Geçen hafta Rusya, ABD, İsrail ulusal güvenlik danışmanları Kudüs’te bir araya geldi. Bu örnekten yola çıkarak şu anda İsrail’in bir numaralı diplomatı Netanyahu diyebiliriz. Netanyahu Moskova’ya, Vaşington’a gidiyor, işi bağlıyor. Bu kadar çok şeyi yapan bir ‘bir numara’ olduğu zaman dışişleri nasıl iş yapsın? Sadece MOSSAD veya silahlı kuvvetler iş yapıyor. Dünyadaki gidişat da belki bu yönde. Ancak o ülkede yaşayan, dilini konuşan, 2-3 sene geçiren diplomatın katkısının yeri hâlâ doldurulamaz.
S400/ F35 konusunda özerk bir siyaset izliyoruz deniyor. ‘Değerli yalnızlık’ söyleminden buralara geldik. Bu görüşe katılıyor musun?
Eski Müsteşar Faruk Loğoğlu şöyle dedi geçen günkü programıma konuk olduğunda; “Ne kadar çok ilişkiniz olursa, AB adaylık süreci ve oluyorsa üyelik, NATO üyeliği, İslam İşbirliği Teşkilat üyeliği, Avrupa Konseyi üyeliği vs., ne kadar çok bağlantın olursa o kadar bağımsız olursun. Bunlar senin gücün.” Tüm ipleri koparıp ben tek tabancayım dersen, eski usul bağlantısızlık düşleri kurarsan bu seni hiçbir yere getirmez. Hele hele Türkiye gibi orta sıklet bir ülkeyi hiçbir yere getirmez. Öyle bir özerk siyaset bir hülyadır, bir vizyon değildir.
Kitapta Çerkes, Türkmen, Kürt, Ermeni diye bölümler var, Yahudi niye yok?
Gelirken bunu sorabilirsin diye düşünmüştüm. Rumlar da yok aslına bakarsan ama doğru. Geleneksel olarak Türkiye Cumhuriyetinin özellikle Batı ülkelerine yönelik dış siyasetine dolaylı katkı sunan orada yaşayan Yahudilerdir. Yahudilerdi demek lazım aslında artık. İsrail’in bölgemizde Müslüman olup Arap olmayan ve sağlıklı ya da düşmanca olmayan ilişkiler kurabildiği ülkelerden biri Türkiye. Senin de araştırma konun olan Türkiye’nin İsrail kurulduktan önceki ve sonraki ilişkileri nasıldı yönüyle Yahudiler de bu kitabın içinde yer alabilirdi. Ama sırıtabilirdi de, bu da olsun adına konmuş gibi eğreti gözükebilirdi.
Son seçimlerde yine iç ve dış düşmanlarımız söylemi hortladı. En son Pontus piyasaya sürüldü. Irkçılık bu topraklarda hâlâ prim yapıyor…
Şimdi İsrail eleştirisi adı altında antisemitizm yapılıyor. Irkçılık bir hastalık. Ama sorsan bizde ırkçılık yok. Antisemitizm yapma dediğimizde İsrail’in politikasını eleştiriyorum deniyor. Ama öyle bir şey söylüyorsun ki Türkiye’deki bütün Yahudileri kırmak bir yana, tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Yahudileri ikinci sınıf vatandaş haline sokuyorsun. İş o kadar büyüdü ki, tüm saygımla söylüyorum bırak Rum, Yahudi, Ermeni, Süryani’yi bir yana, muhalif olan kim varsa hain oldu. Bugün geldiğimiz noktada Rumlar, Yunanlılar, emperyalist Batı güçleri, herkes yeniden düşman oldu. Paranoyak bir döneme girdik. O kadar daraltıyor ki pencereyi, kurulabilecek ilişki de kalmıyor. Kendimizi bir köşeye boyamış ve yapay tercihlere kendimizi zorlamış gözüküyoruz. Kürtlerle Araplar arasında, Müslüman ile Müslüman olmayan arasında, Şii ile Sünni arasında, Rus ile ABD arasında, bunların hepsi yapay tercihler. Masadaki sekiz yumurtanın sekizini de havaya atıp, çevirerek jonglörlük yapıyoruz, bir tanesi mutlaka kırılır. Durup neden çeviriyorum diye sormuyoruz. İlla çevireceksen 2-3 tanesini çevir, beşi masanın üstünde dursun. Bu sadeleşmeye gidemiyoruz maalesef. Buradan bir şekilde çıkmamız lazım. Hep birlikte insan gibi, anayasal ve kanun önünde eşit yurttaşlar olarak yaşayacaksak pek çok şeyi değiştirmemiz lazım. Çözümü basit. AB’ye, ABD’ye bakıp Batı demokrasileri ne yapıyorsa aynısını yaparsın. Muasır medeniyet seviyesi denilenle ne murad ediliyorsa onu. O günkü yorumu başkadır bugünkü yorumu farklı olabilir ama neticede muasır medeniyet seviyesi tektir. Oraya doğru ilerlemenin farklı yolları da olabilir, ama gidilecek yerin bilinmesi gerekir. Onun bir alternatifi yok.
Karel Valansi, Şalom Gazetesi 3 Temmuz 2019 http://www.salom.com.tr/haber-111089-gozden_irakta.html
Kitabın ismiyle başlayalım… İsim babasının Ruşen Çakır olduğunu biliyorum. ‘Gözden Irakta’ ismi farklı anlamlar barındırmasıyla dikkat çekiyor…
Bir ikilik olsun istiyordum isimde. Kitap iki bölümden oluşuyor; başı yoğun olarak Irak anıları. Ankara’dan Irak, Vaşington’dan Irak ve Erbil. İkinci bölümü ise hem kurgu, hem ben olduğum belli olan hayali bir karakter üzerinden anlatıyorum. İki bölümü okuyan “Acaba hepsi mi uydurma, yahut hepsi mi gerçek?” diye düşünsün istedim. Yanıt vermeye çalışmaktan ziyade okuyucu soru sorsun istedim. Bir de “Bu taraftan da bakılabilir mi?” “Benim bildiklerim yanlış olabilir mi?” diye düşünsün istedim. Kapakta da aynı ikilik var. Aslı Gönen’in fotoğrafı karanlıktan aydınlığa çıkan biri gibi de düşünülebilir, sırtından gördüğümüz yüzünü göremediğimiz biri gibi de, bir şeyleri geride bırakıp yoluna devam eden biri gibi de. Ruşen sağ olsun buldu ismi ve çok beğenildi. Hem Irak ile ilgili, hem de ırak, uzak anlamında. Tek endişem okuyucuyu kandırmış olmayayım, sadece Irak anılarım beklemesin bu kitabı aldığında.
Kitabın yapısı da çok farklı. İlk bölümde tecrübelerini aktarırken, ikinci bölümde hayali bir kahramanın başından geçenleri takip ediyoruz. Gündüz Gerçeker adlı bu karakterin sen olduğundan tam emin olduğumuz noktada bu karaktere mümkün olamayacak şeyler yaptırıyorsun…
Deneyimlerimi birinci tekil şahısla anlattım. Bir bacak gibi düşünürsek, bunlar uyluk kemiğini oluşturdular. Gazete Duvar’dan seçtiğim konu ile ilgili yazılar dizi yani eklem yerini, aradaki Gerçeker anıları kaval kemiğini en sondaki tümüyle kurmaca öyküler ise kitabın üzerine bastığı ayağı oluşturuyor. Son bölüm, yazar olarak bundan sonra ne yapmak istediğimi de anlatıyor. Distopik hatta apokaliptik bir takım öyküler üzerinde çalışıyorum. Kitabımı okuyan biri, adını hatırlayamıyorum beni bağışlasın, çok doğru bir şey söyledi edebiyat anlayışıma dair: “Düşüncelerden ve duygulardan çok betimleme var. Sanki bir film senaryosu gibi.” Gerçekten öyle. Bulunduğu yere bir kameradan bakar gibi yazmaya çalıştım.
Bundan sonraki projen nedir?
Benimle çalışacak bir çizer olsa, öykülerimi bir çizgi roman haline getirmek isterim. Hayal ama Goscinny ve Uderzo gibi uzun yıllar bir ikili olup birlikte çalışalım, Gündüz Gerçeker dizisi yapalım isterim. Türkiye’de kolay değil ama hiç olmayacak demek de değil. Zaman, maddi kaynak, emek, yetenek ve uyum önemli. Kendim çizebilseydim keşke, bambaşka bir şey olurdu.
Kitabında Dışişleri’nden neden ayrıldığın sorusuna cevap bulmak istiyordum; buldum…
Kitapta tüm ayrıntılarıyla anlattım bir daha bu konu açılmasın diye. Fakat çok ilginç, ne yaparsam yapayım, insanlar neye inanmak istiyorsa ona inanmaya devam ediyor. İlk defa senden duyuyorum “aslını öğrendim mutlu oldum” diyeni. “Bu adam büyükelçi yapılmadı o yüzden istifa etti.” Sorunun tek cümlelik yanıtı bu. Yani Erbil’den doğrudan beni büyükelçi yapmıyorsanız, “Gel Ankara’ya birkaç sene otur, sonra bakarız” diyorsanız bunu hakaret kabul ediyorum. Gerisi bunun ayrıntısıdır. Değer verdiğim bir başka akademisyen okurum, “Neden tek sen istifa etmişsin asıl bunun sorgulanması lazım” dedi. Niye hariciyeden kimse istifa etmez? Tek tük, binde birdir istifalar.
Çok içten yazmışın. Hiç beklemediğim konulara da girmişsin; babanla ilişkini, Galatasaray aşkını anlatmışsın. Şunu soracağım sana; bu kitabı yazarak bir sayfayı tamamen kapatıp yeni, beyaz bir sayfaya mı geçmek istedin?
Nasıl yazar olurum diye soranlara Hemingway’in bir cevabı vardır, “Tavsiyem aklınızdaki en gerçek cümleyi yazarak başlayın,” der. Ben de böyle olması gerektiğini düşünüyorum. Eğer cüretin yoksa soyunacak, yazma. Bu kitabın bir demlenme süreci vardı. Ayrılır ayrılmaz öfke ile yazılmış bir kitap değil. Kitabı yazmayı bitirip teslim ettiğim zaman gerçekten o dediğin oldu. İstifa edeli 5-6 sene olmuş ama bir mahsuplaşma gibi bu. Konu kapandı, bu dava bitti hissini verdi bana. Büyük bir rahatlama oldu ve beni iyileştirdi gerçekten.
Irak ve Kürt konusu hâlâ hayatının ortasında. Sen mi onu seçtin o mu seni çağırdı?
Çok kişi beni Kürt sanır. Kürt değilim, olsam da fark etmez. Üniversitede ve bakanlığa girdiğim ilk yıllarda bu konuyu takip etmiyorum sanıyordum. Ancak Ankara’daki evimi boşalttığım zaman Cumhuriyet gazetesinden özellikle Celal Başlangıç’ın Güneydoğu’ya gidip yazdığı yazıları kesip dosyalar halinde sakladığımı gördüm. O zaman hatırladım Kürt meselesine üniversite yıllarından beri bir ilgim olduğunu. 1997-2000 arasında Stockholm’de görev aldım. İsveç insan hakları konusunda hassas bir ülke. Kürt diasporasının hatta PKK ilintili diasporanın çok yoğun olduğu bir yer olduğu için sürekli bize insan hakları konusunda sorular gelirdi. Ankara’ya yazıp, ilettiğimiz resmi cevaplar beni de ikna etmiyordu. Görevim sırasında ise Irak’a gitmeyi ben seçtim. Hele Erbil’e gidişim kesinlikle Kürt konusunda çalışmak içindi, bu fırsat kaçmasın istedim. Türkiye’de siyasi irade de o yöndeydi. Ama rüzgâr döndüğü zaman alttaki memura yapacak bir şey kalmıyor.
AKP’nin ilk dönemi ile ilgili olumlu anlamda değişim beklentinden bahsediyorsun…
AKP iktidara geldiğinde İslamcı bir iktidardan ziyade merkez sağ gördüm. Merkez çoğunluğa sahip ve dediğini yaptırabilecek, sivil-asker, sivil-bürokrat dengesini değiştirebilecek, AB’ye yönelik yargı reformuyla ilgili adımlar atan, ekonomide devleti küçülten bir yaklaşım gözetiyordu, bunları destekledik. Lafı dönüp dolaştırıp Kürt meselesine getiririm çünkü o çözülünce her şeyin çözüleceğine inanıyorum. Oslo süreci de asıl barış süreci dediğimiz süreç de dönemin Başbakanı Erdoğan zamanında oldu. Daha öncekiler bürokratik süreçlerdi. Siyasi iradeyi bu işin içine koyan Erdoğan’dı. Günahıyla sevabıyla Erdoğan denedi ama olmadı. Bunu görmezden gelemeyiz. “Erdoğan samimi mi” sorusuyla özellikle Vaşington’da çok karşılaştım. Bana göre ayağı yere basmayan bir soru. Vizyon diye sorulursa kabul edebilirim. Kemal Atatürk’ü beğenmeyen olabilir. Fakat Kemal Atatürk’ün vizyoner olduğu dolayısıyla bir mimar olduğu, kurucu olduğu yadsınamaz. AKP’nin bu döneminde ise vizyonerlikten söz edemeyiz, mimariden ziyade hafriyatla uğraştıklarını ifade edebiliriz.
Kitapta dışişleri – ordu – siyaset - istihbarat arasındaki rekabeti anlattığın bölüm çok ilgimi çekti…
Kitabın çok temel bir teması. Öyle adlandırmasam dahi vesayet rejimiyle anlatılmak istenilen nedir onu anlatmaya çalıştım. AKP ve Erdoğan’ın gelişiyle değişmedi, zaten böyle bir yapı var. Eskiden iktidar sürekli değiştiği için memurun siyasi bir arkası olamazdı. Şimdiki durum ise yine vahim.
Bir diplomatın nasıl olması gerektiğini anlattığın bir bölümü çok beğendiğim. Oradaki Davutoğlu eleştirin de çok yerinde; yüzünü madem Ortadoğu’ya çevirdin o sürede Arapçaya hakim eleman neden yetiştirmedin. Dışişleri’nin ana sorunu nedir sana göre ve ne yapılması gerekir?
20 yıl geçirdiğim Dışişleri’nde az çok neler yapılması gerektiğini biliyorum. Türkiye’nin bir birikimi, devlet ve hariciye geleneği var. Bu geleneğe bir bak ve özümse. Sonra listeyi çok genişletmeden büyük devletlere bak, onlar neler yapıyor. Fransa, İngiltere, Rusya, Almanya, ABD’de işin ABC’sine bak. Giriş sınavları nasıl yapılıyor, atamalar nasıl yapılıyor, büyükelçilik açma/kapatma neye göre yapılıyor, dış politika yapım süreci nasıl işliyor. Sonra bir denetim firması gibi kendine bak. Önceliklerini belirleyip dış politikada ne yapmak istediğini bul ve ona göre değiştir bunları. Bir diğer önemli konu, çalışanlarının mutlu olması için uğraş. Dışişlerinde bana sorarsan hep mutsuzluk hâkim. Dışişlerinde rahmetli Özal’ın tabiriyle “transformasyon” mümkün. Bütün devlet teşkilatında da mümkün. Dil meselesi ise sadece Arapça değil, Rusça, Yunanca, hatta Almancaya hâkim kişiler eksik. Bir de bugün Mısır, İsrail, Suriye ile konuşmuyorsun. Konuşmayınca diplomat nasıl diplomatlık yapsın?
Liderlerin öne çıktığı bu dönemde büyükelçilikler, diplomatlar ne kadar gerekli?
İsrail güzel bir örnek bu yönüyle. Geçen hafta Rusya, ABD, İsrail ulusal güvenlik danışmanları Kudüs’te bir araya geldi. Bu örnekten yola çıkarak şu anda İsrail’in bir numaralı diplomatı Netanyahu diyebiliriz. Netanyahu Moskova’ya, Vaşington’a gidiyor, işi bağlıyor. Bu kadar çok şeyi yapan bir ‘bir numara’ olduğu zaman dışişleri nasıl iş yapsın? Sadece MOSSAD veya silahlı kuvvetler iş yapıyor. Dünyadaki gidişat da belki bu yönde. Ancak o ülkede yaşayan, dilini konuşan, 2-3 sene geçiren diplomatın katkısının yeri hâlâ doldurulamaz.
S400/ F35 konusunda özerk bir siyaset izliyoruz deniyor. ‘Değerli yalnızlık’ söyleminden buralara geldik. Bu görüşe katılıyor musun?
Eski Müsteşar Faruk Loğoğlu şöyle dedi geçen günkü programıma konuk olduğunda; “Ne kadar çok ilişkiniz olursa, AB adaylık süreci ve oluyorsa üyelik, NATO üyeliği, İslam İşbirliği Teşkilat üyeliği, Avrupa Konseyi üyeliği vs., ne kadar çok bağlantın olursa o kadar bağımsız olursun. Bunlar senin gücün.” Tüm ipleri koparıp ben tek tabancayım dersen, eski usul bağlantısızlık düşleri kurarsan bu seni hiçbir yere getirmez. Hele hele Türkiye gibi orta sıklet bir ülkeyi hiçbir yere getirmez. Öyle bir özerk siyaset bir hülyadır, bir vizyon değildir.
Kitapta Çerkes, Türkmen, Kürt, Ermeni diye bölümler var, Yahudi niye yok?
Gelirken bunu sorabilirsin diye düşünmüştüm. Rumlar da yok aslına bakarsan ama doğru. Geleneksel olarak Türkiye Cumhuriyetinin özellikle Batı ülkelerine yönelik dış siyasetine dolaylı katkı sunan orada yaşayan Yahudilerdir. Yahudilerdi demek lazım aslında artık. İsrail’in bölgemizde Müslüman olup Arap olmayan ve sağlıklı ya da düşmanca olmayan ilişkiler kurabildiği ülkelerden biri Türkiye. Senin de araştırma konun olan Türkiye’nin İsrail kurulduktan önceki ve sonraki ilişkileri nasıldı yönüyle Yahudiler de bu kitabın içinde yer alabilirdi. Ama sırıtabilirdi de, bu da olsun adına konmuş gibi eğreti gözükebilirdi.
Son seçimlerde yine iç ve dış düşmanlarımız söylemi hortladı. En son Pontus piyasaya sürüldü. Irkçılık bu topraklarda hâlâ prim yapıyor…
Şimdi İsrail eleştirisi adı altında antisemitizm yapılıyor. Irkçılık bir hastalık. Ama sorsan bizde ırkçılık yok. Antisemitizm yapma dediğimizde İsrail’in politikasını eleştiriyorum deniyor. Ama öyle bir şey söylüyorsun ki Türkiye’deki bütün Yahudileri kırmak bir yana, tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Yahudileri ikinci sınıf vatandaş haline sokuyorsun. İş o kadar büyüdü ki, tüm saygımla söylüyorum bırak Rum, Yahudi, Ermeni, Süryani’yi bir yana, muhalif olan kim varsa hain oldu. Bugün geldiğimiz noktada Rumlar, Yunanlılar, emperyalist Batı güçleri, herkes yeniden düşman oldu. Paranoyak bir döneme girdik. O kadar daraltıyor ki pencereyi, kurulabilecek ilişki de kalmıyor. Kendimizi bir köşeye boyamış ve yapay tercihlere kendimizi zorlamış gözüküyoruz. Kürtlerle Araplar arasında, Müslüman ile Müslüman olmayan arasında, Şii ile Sünni arasında, Rus ile ABD arasında, bunların hepsi yapay tercihler. Masadaki sekiz yumurtanın sekizini de havaya atıp, çevirerek jonglörlük yapıyoruz, bir tanesi mutlaka kırılır. Durup neden çeviriyorum diye sormuyoruz. İlla çevireceksen 2-3 tanesini çevir, beşi masanın üstünde dursun. Bu sadeleşmeye gidemiyoruz maalesef. Buradan bir şekilde çıkmamız lazım. Hep birlikte insan gibi, anayasal ve kanun önünde eşit yurttaşlar olarak yaşayacaksak pek çok şeyi değiştirmemiz lazım. Çözümü basit. AB’ye, ABD’ye bakıp Batı demokrasileri ne yapıyorsa aynısını yaparsın. Muasır medeniyet seviyesi denilenle ne murad ediliyorsa onu. O günkü yorumu başkadır bugünkü yorumu farklı olabilir ama neticede muasır medeniyet seviyesi tektir. Oraya doğru ilerlemenin farklı yolları da olabilir, ama gidilecek yerin bilinmesi gerekir. Onun bir alternatifi yok.
Karel Valansi, Şalom Gazetesi 3 Temmuz 2019 http://www.salom.com.tr/haber-111089-gozden_irakta.html
Yorumlar